29 Ocak 2010 Cuma

Güncel Magazin Haber Analizi

Değerli okurlar, "Güncel Magazin Haber Analizi" adlı yeni köşemizde sizlerle beraber olmaktan onur duyuyoruz. Bu köşede bundan böyle periodik olmayan aralıklarla güncel magazin haberlerinin değerlendirmesini yapacağız. Kah ülkemizdeki habercilik anlayışının ne kadar güzel ve etik işlediğinden, kah söz konusu haberlere konu olan şahısların hayatımızda ne denli büyük bir önem taşıdığından dem vurarak, sonraki nesillere magazin haberciliğine dair önemli bir "yazıt" bırakacağız bu köşedeki paylaşımlarımızla.

Efendim, sözü fazla uzatmadan hemen haftanın en muhteşem magazin haberine doğru uzanalım dilerseniz.
Haberin tümüne bu sayfada yer veremiyoruz ancak dilerseniz hemen aşağıdaki link üzerinden bu haftaki konumuza ulaşabilirsiniz:

http://www.milliyet.com.tr/gunun-magazin-haberleri/yasam/galerihaber/29.01.2010/1188800/default.htm

Haberin konusu, eski Galatasaraylı milli futbolcu Ümit Davala'nın eşi Tuğçe Davala ile sürmekte olan boşanma davası. Milliyet Gazetesi'nin anasayfasında yukarıdaki link'e yönlendiren küçük bir girizgah yapılmış. Başlık: "Tuğçe ile birlikte olmuyormuş!". Hemen bu noktada magazin haberciliğinin olmazsa olmaz televizyon sesi "Mr.Yemekteyiz" 'in tonuyla kafamızda canlandırmamız gerekiyor bu başlığı ve sonuna da bir efekt eklememiz gerekiyor "Daaaannn", diye. Gözünüzü kapatın siz, bütün sahne kendiliğinden canlanacak, hiç uğraşmanıza gerek yok. Eğer canlanmıyorsa akşam biraz Show TV ana haber izleyin, yarına birşeyiniz kalmaz!

Nerede kalmıştık? Başlıkta. Evet başlık son derece ilgi çekici. Haber başlığından anlaşılan şu: Ümit Davala eşiyle birlikte olmuyor, dolayısıyla aslında bu evliliğin boşanma aşamasına gelmesinin sorumlusu da kendisi. Eşine gerekli ilgi alakayı göstermezsen olmaz, yürümez ilişki. Her insanın bir takım özlük hakları var. Bir bayanın da kocasından bu haklar doğrultusunda beklentileri olması kadar doğal bir şey yok. İşte bunları düşündürtüyor başlık bize. Son derece ilgi çekici gerçekten, bir çiftin, üstelik de meşhur bir çiftin cinsel hayatıyla ilgili bir haber yakalamış haberi yaratan gazeteci. Biliyorsunuz bu en çok ilgi gören haber türüdür ülkemizde; bu sebeple haber sahibi gazeteciyi buradan tebrik ediyoruz.

Haberin uzun versiyonunu okumaya başladığımızda daha önce kulağımıza az çok çalınan, aşina olduğumuz bir konuya rastlıyoruz. 2009 ortalarında Ümit Davala açtığı boşanma davasıyla gündeme gelmişti. Avukatlarının davayı açarken yaptığı uyanıklık basına yansıyınca da açıkçası Ümit Davala'ya karşı genel bir antipati oluşmaya başlamıştı. Delikanlı millet olduğumuzdan "hem eşini (eşini demeyiz karını deriz aslında) boşayacaksın, hem de davayı açarken uyanıklık yapacaksın! Ayıp ayıp, adam ol biraz!" tadında düşünceler hasıl olmuştur insanımıza, normaldir. Eh üzerine bir de şimdi "birlikte olmuyormuş" diye girince habere, iyice antipatikleşiyor Ümit Davala gözümüzde.

Ancak bu durum çok da uzun sürmeyecek gibi. Zira haberin devamında Ümit Davala'nın Galatasaray'dan uzaklaştırılmasının sebebi olarak eşini gösterdiğini öğreniyoruz. Elbette bu noktada bu haberin sahibi usta gazeteciden, "ne alaka?" sorusunun cevabını beklememiz doğru olmaz. Muhtemelen bu cevabı hakimler Ümit Davala'dan beklemiştir ama olsun. Bizim beklememiz yakışık almaz, haber değeri yok çünkü bu konunun. Herhalde Adnan Sezgin'in tanıdığı falan olacak Tuğçe Hanım, şikayet etmiştir eşini. Neyse, biz haberimize Tuğçe Hanım'ın beyanatlarıyla devam ediyoruz:

"Ümit her hafta sonu Tekirdağ taraflarına ördek ve tavşan avlamaya gidiyordu. Kumarı da çok sever. Hele pokeri. Yani bana fazla vakti kalmıyordu. Onu seviyordum ama suçlamaları duyunca evlendiğimize pişman oldum. Benim vicdanım rahat."

Gerçekten kilit bir nokta değerli okurlar. Siz de farkettiniz değil mi okurken? Davanın kilit noktası burada! Hayır canım, Ümit Davala'nın Tekirdağ tarafında ava gitmesi değil, ördek ve tavşan avlamaya gitmesi! Geyik avlayacak olsa çok farklı olurdu davanın seyri. Ayrıca kumarı çok sevmesi ama pokeri apayrı sevmesi de not alınması gereken bir detay. Gazeteci arkadaşımızı bir kez daha tebrik ediyoruz. Muhteşem, tek kelimeyle bir başyapıt! Bu beyanatları sadece "Ümit kumarı ve avı çok severdi. Bana vakit ayırmıyordu. Onu sevdim, ama suçlamaları duyunca evlendiğime pişman oldum. Benim vicdanım rahat." şeklinde verseydi haberde, inanın aynı etkiyi yaratamazdı. İşte usta kalemin farkı!

Bu harika eseri incelemeye devam ettiğimizde Ümit Davala'nın ilk kez duruşmaya katıldığını öğrendiğimiz paragrafla karşılaşıyoruz. Burada yazarımız haklı olarak tempoyu biraz düşürme ihtiyacı hissetmiş, bir önceki paragrafta okurlarına yaşattığı heyecanın üzerine doğru da yapmış sanki. Bu paragrafın zirve yaptığı nokta sanırım Tuğçe Hanım'ın Ümit Davala'ya bir restoranda üstelik de arkadaşlarının önünde "dangalak dü..." dediği iddia edilen kısım. Yazarımız burada da bizleri şaşırtmayı başarıyor. Günlük hayatta yolda, okulda her yerde bunca küfür ve hakaretle iç içe yaşayan bizler "dü..." ile başlayan ve dangalak kelimesinin tamlananı olabilecek bir kelime bulmakta zorlanıyoruz. Yazar burada kendi kendimize ayna tutmamızı sağlamış ve bizleri bu son derece önemli konuda düşündürtmeyi başarmış. İnanın hala düşünüyorum, bulamıyorum o kelimeyi, demek ki olabilecek bütün hakaretleri bilmiyormuşum, demek ki Türk insanı sandığımızdan da yaratıcıymış bu konuda.

Ve nihayet son paragraf. Bir başyapıt işte böyle sonlandırılmalı, dedirtiyor insana. Son kısım gazetenin anasayfasında bizi bu habere çeken başlığa sahip. Hatırlayın, başlığı ilk okuduğumuzda Ümit Davala'yı hatalı gibi görmüştük. Yazar, bizi bir kez daha dumura uğratıyor değerli okurlar. Meğer o başlık bir yorum değilmiş! O başlık bir serzenişmiş aslında! Üstelik de Ümit Davala'nın kayınpederinin serzenişi! "Tuğçe ile birlikte olmuyormuş!" Muhteşem değil mi? Yazar bu cümleyi başlıkta tırnak içinde kullanmayarak bizi şaşırtıyor ve haberin sonunda ilginç bir sürpriz yaşatıyor bizlere gerçekten! Bir kayınpederin kızına sevgisinin ve onu üzenlere serzenişinin altını ne kadar da güzel çizmiş yazarımız...

Başladı bir kere durur mu hiç! Heyecan son hızıyla devam ediyor haberde... Kayınpeder kızı için üzülürken, bir anda celalleniyor. Eski toprak tabi kolay mı?  "O Ümit Davala'ysa benim de bir çok eski tanıdığım çapulcu var. O'nu ayaklarından vurdururum", diye gürlüyor beybaba! Yazarın gerçekçi anlatımına dikkatinizi çekerim sevgili okurlar! Çapulcu diyor kayınpeder... Başka bir kelime arıyorum, bulamıyorum. Bu cümleye daha iyi gidecek başka bir kelime yok. O anlamı sadece "çapulcu" veriyor. Ümit Davala'nın mahkemede bu beyanatı verdiği iddia edilen arkadaşı da öyle düşünmüş olacak ki, Davala'nın kayınpederinin ağzından "çapulcu" kelimesini kullanmış, üstelik de mahkemede. Ne yapsın adam, başka nasıl anlatsın tabi, değil mi? Peki ya "ayaklarından vurdururum"a ne demeli? Biz topuk diye biliyorduk onu. Ama tabi gerçekçi akımı benimsemiş usta yazarımız "her zaman topuga gelmeyebilir. Ayağa isabet edebilir yanlışlıkla" diye düşündüğünden olsa gerek, bu detayı da bizlerle paylaşma ihtiyacı duymuş.Sağolsun, varolsun...

Neticede duruşma ileri bir tarihte devam edecek. Bir takım tanıklar daha varmış dinlenecek. Benden söylemesi, sevgili okurlar, bu haberin sahibi usta yazarımız bu hikayeyi takip etmeye devam ederse, 3 Brezilya, 2 Meksika, 8 tane de Türk dizisi çekilir bu malzemeden (Türk dizileri daha kısa ömürlü, o yüzden daha çok çekilebiliyor sayıca). Bu nadide eserin devamının gelmesi en büyük dileğimiz. Umuyorum aynı yazar başka konuları da ele alır ve sadece magazin değil tüm siyaset, ekonomi ve spor yazarlarına da örnek olur.

Thumbs Up! Way Up!!!

28 Ocak 2010 Perşembe

Keita'nınki Can, Bellamy'ninki Patlıcan

Ada Futbolu'nun en önemli derbi mücadelelerinden biri oynandı. Manchester United Old Trafford'da Manchester City'i ağırladı. Maçın, en iddiasız maçlarda bile dişe diş futbol oynanan Premier Lig standartlarından daha da çetin geçeceği belliydi. Ancak sanırım pek azımız holiganizmin merkezlerinden biri olmasına rağmen İngiltere'deki bir futbol karşılaşmasında, hele ki Old Trafford'da sahaya bira şişelerinin atılmasını bekliyorduk.

Bizim stadlarımızda gerçekleşen olaylardan pek de farkı yok bu hadisenin. Ali Sami Yen'deki 19 Mayıs Su Savaşı'nı, önceki yıllarda Galatasaray taraftarının oturacağı misafir takım tribününe maçtan önce çürük yumurtalar ve içi bir takım sıvılarla dolu torbalar bırakılmasını bu tespitin dışında bırakıyorum elbette. Bunlar tamamen organize bir şekilde düzenlenen olaylar. Ancak en son Şükrü Saraçoğlu'nda oynanan derbide önce yardımcı hakeme daha sonra da Keita'ya atılan bozuk paralar da tıpkı Old Trafford'daki gibi anlık gelişen, taraftarların toplu iştirakıyla oluşmayan münferit olaylar. Bu anlamda "tribün şiddeti" başlığı altına bu iki olayı da alacaksak, aynı kategoride değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Bu tip olayların önüne geçilmesi gerektiğini herkes söylüyor. Özellikle Türk basın ve yayın kuruluşları olaylı karşılaşmaları yorumlarken, maçın yorumundan çok bu hadiselere yer veriyor. "Oynat Uğur'cuğum... Tam şişe kafaya isabet ederken dur! Biraz geri... Evet, orda dur! Benim kelleyi de koy oraya. Tamam... Şimdi hocam, bu şişeyi bazı katiller adam öldürmek için kullanıyor...." tadında yorumlar izliyoruz saatlerce. Akabinde maç yorumlanırken de mutlak suretle bu olaylara gönderme yapılıyor. "Ne yapsın çocuk? 10 Dakika önce o kanatta yemiş kafasına bozuk parayı, korkusundan inemiyor bir daha çizgiye kadar tabii!" Yani futbolun gerçek güzelliği olan teknik ve taktik yorumdan çıkıyor olay, bambaşka yerlere gidiyor.


www.milliyet.com.tr


Haftalarca etkisi dinmiyor, ardı arkası kesilmeyen yorum programlarında defalarca gösteriliyor aynı pozisyonlar. Atılan güzelim gollerden daha çok konuşuluyor. "Şu kadar ceza verilir, ama aslında bu kadar verilmesi gerekir, federasyon eyyam yapar..." derken cezalar açıklanıyor. Kulübe 6 maç seyircisiz oynama cezası, bilmem ne kadar para cezası... İyi güzel de, o bozuk parayı, suyu, taşı atan adama ne oluyor? Hiç! 6 hafta sonra kulübün cezası bitince yine tribünde, o taşı, şişeyi attığı yerde, kombine koltugunda oturuyor yine! Dolayısıyla olay çözülmemiş oluyor ve biz her sezon aynı olayları yaşayıp artık özümsüyor ve alışıyoruz. Futbolun bir parçası zannetmeye başlıyoruz. Taraftarlar "Bak kardeşim sizin şimdi stadınız kapanır 3-4 maç, ona göre kombine fiyatı belirleyin" dese, neredeyse haklı çıkacaklar artık, o derece.

Peki İngiltere ne yapıyor? İnanın şu Bellamy'e atılan maddeye dair bir şeyler öğrenmek için yırtınıyorum sabahtan beri. Detay arıyorum, bulamıyorum. Yorum arıyorum yok... Karşılaşmaya dair yapılan haberin altında bir yerlerde "karşılaşmada çıkan olaylarla ilgili olarak soruşturma başlatıldı, kulüp ceza alabilir" gibi bir bağlantı var sadece. Tarafsız, yorumsuz bir şekilde, abartmadan, sadece haberi vermek amacıyla yazılmış bir yazı: Bellamy'nin kafasına bozuk para isabet etti. O sırada tribünden bira şişesi atıldı. Edwin van der Sar o bölgedeki
taraftarı sakinleştirmek için tribüne uyarılarda bulundu.


www.guardian.co.uk - Neal Simpson/Empics Sport


Ha bir de tabi, bu maddeleri sahaya atan kişilerin anında stadyumdaki özel güvenlik görevlileri ve Manchester polisi tarafından yakalanarak göz altına alındıkları, muhtemelen ömür boyu stadyumlardan men edilecekleri belirtiliyor haberde. Kulüp güvenlik önlemlerini yeterli tutmadığı için ceza alabilir, bunda bir yanlış yok. Ama bu olayların önüne geçmek için, tıpkı İngiltere'de olduğu gibi münferit taşkınlıklarda bulunan kişileri anında belirleyip, göz altına alıp, haklarında işlem yapmamız şart. Yoksa 320 milyon dolarlık futbol yayınlarının büyük bölümü yine muhteşem goller, harika çalımlar yerine kafaya inen şişeleri, sahaya atılan koltukları göstermekten ibaret olacak.

Bilemiyorum tabi bu tip olaylar ne sıklıkla yaşanıyor İngiltere'de; zira adamlar akıllı oldukları için fazla gündeme getirmiyorlar bu tip hadiseleri. Ancak işte böyle sahaya yansırsa veya çok önemli bir maç olursa görebiliyoruz, onu da abartmadan konuşup bırakıyorlar. Ama şu bir gerçek ki, son yıllarda nadiren olay çıktığını gördüğümüz İngiltere'de stadyumlarda alkol tüketimi serbest. Düşünebiliyor musunuz, bir de bizim stadlarımızda serbest olsa alkol, ne boyutlara gelirdi bu tip münferit olaylar? Demek ki boşuna demiyorlar Şükrü Saraçoğlu'nun en tehlikeli, en rahatsız ortamı localar diye. Anlayana...

23 Ocak 2010 Cumartesi

Lütfen Televizyonunuzun Ayarıyla Oynamayınız: Burası Kadıköy





 Stadı yukarıdan gören bir fotoğraf bulamadım. Ancak Semih'in bu çamurun içinde yüzdüğü pozisyon durumu anlatıyor 



Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadı'nın zeminini izlerken eminim herkesin aklına bir hafta önce Türkiye'de futbolun geleceği denilen 320 milyon dolarlık ihale gelmiştir. Zaten maçtan hemen sonra 100% Futbol programında Rıdvan Dilmen bu saha-ihale ilişkisine değindi; muhtemelen önümüzdeki haftalarda bu konu bol bol konuşulacak.
Bundan bir kaç hafta önce Rıdvan Dilmen "Fenerbahçe için en büyük devre arası transferi stad zeminini yenilemek olur. İkinci yarı içerde oynayacağı karşılaşmalarda böyle (kupa maçlarındaki gibi) bir zemin olursa fikstür avantajının hiç bir önemi kalmaz", demişti. Gerçekten de öyle. Kısa paslarla, genellikle temposuz oynayan, Alex ve Santos gibi teknik oyunculara bel bağlayan bir  takım Fenerbahçe. Haliyle böyle bir zeminde yeteneklerini sergileyemedikleri için bu teknik oyuncuların sahadaki diğer oyunculardan pek bir farkı kalmıyor. Hatta fiziksel olarak nispeten daha zayıf oldukları için dezavantajlı olduklarını bile söyleyebiliriz. Dolayısıyla Fenerbahçe alıştığı oyunu üstelik de kendi sahasında uygulayamaz hale geliyor. Tam da her rakibin başarmak istediği durum değil mi bu? Fenerbahçe'yi bozmak, oynatmamak. Daha maç başladığı anda bunu başarmış oluyor Saraçoğlu'na gelen takımlar; üstelik de hiçbir şey yapmadan, yorulmadan!

Kendi oyununu oynayamayan Fenerbahçe de mecburen topu ceza sahasına doğru şişirmekte buluyor çareyi. Karambol futbolunun el verdiği ölçüde yeteneklerini kullanmaya çalışıyor milyon Dolarlık ayaklar. Müthiş bir mücadele oluyor ve izlemesi de gerçekten çok zevkli. Barcelona'nın pas trafiğini izlemek de zevkli, bu da. Başka türlü bir keyif sahada çamur içinde hırsla yırtınan futbolcuları izlemek. Şahsen bu ligde piyasasının çok daha üstünde paralar alıp oynadığını düşündüğüm bunca primadonna futbolcu varken, oyuncuların gözlerini karartıp ortadaki toplara yağmur, çamur, sakatlık demeden girmeleri çok kıymetli geliyor bana. Hele ki bu oyuncular kaç sezondur "ruhsuz" damgası yiyen Fenerbahçe'nin oyuncularıysa. Ha, tabi yine Ocak sonundaki bir Sivas deplasmanı öncesi kart sınırında olduğunu bile bile anlamsız faullerle, gereksiz kartlar görüp cezalı duruma düşen uyanıklar hariç...

Neyse biz konumuza dönelim. Bu tip bozuk zeminlerde kısa pas oynayamayan takımların ilacı ceza sahasına doğru uzun toplar göndermek oluyor. Bu durumda kadronuzda iri yarı, hava toplarına hakim, yere sağlam basan, güçlü bir santrfor varsa pozisyon yaratma şansınız ziyadesiyle artıyor. Fenerbahçe'nin mevcut kadrosunda bu özelliklere sahip bir oyuncu yok gibi. Yani Fenerbahçe devre arasında ne Rıdvan Dilmen'in tavsiye ettiği "zemin" transferini yapabilmiş, ne de bu zemine uygun futbolu daha etkili oynayabileceği bir oyuncu getirmiş. (Gökhan Ünal iyi bir oyuncu olsa da bahsettiğim özelliklere tam anlamıyla sahip değil.). Gündemdeki transfer haberleri de bu sahayı gördükten sonra pek iç açıcı değil. Böyle bir sahada değil Ronaldinho'ya benzetilen Dentinho'yu, bizzat Ronaldinho'nun kendisini getirseniz bir anlamı olmaz.

Yıllardır ligimizde farklı stadlarda hortlayan bu bozuk zemin (nam-ı diğer patates tarlası) sorunsalına derinlemesine değinesim var aslında. Önümüzdeki günlerde bu seviyede bir stadın zeminini sıfırlamanın, uluslararası kalitede bir zemine sahip olmanın takriben ne kadara mal olacağını ve ne kadar zaman alacağını araştırmayı planlıyorum. Zira bizim en modern stadımızda durum bu kadar kötüyken İngiltere 1st Division takımlarından Yeovil Town'ın Huish Park'ında bizden kat be kat daha fazla yağmur düşmesine rağmen halı gibi bir zemin olabiliyor. Demek ki mevzu bütçe değil, ya ilgi ya da bilgi eksikliği...

 
Yeovil Town'ın evi Huish Park'ta yağmurlu bir gün. Bu akşamki Saraçoğlu'ndan daha iyi gözüküyor



Huish Park'ın genel görünümü. Nasıl bir kasabadan ve kulüpten bahsettiğimiz anlaşılsın diye...



Sanırım artık yurt dışından çim uzmanı ya da spor sahaları uzmanı gibi birilerini getirtip kulüplerimizin stadyum yöneticilerine seminer vermenin vakti geldi. 320 Milyon Dolar'ın yanında böyle bir organizasyonun maliyeti devede kulak kalır herhalde. Mevzu ligin kalitesini yükseltmekse önce televizyondan maçları izleyecek insanların sahanın rengini olması gerektiği şekilde, yani kahverengi yerine yeşil renkte görmesini sağlayarak işe başlasak iyi olur.

Kulüpler bu yatırımı yapmayacaklarsa, sahalarının, stadyumlarının kalitesini artırmayacaklarsa o zaman maçlarını hala toprak sahalarda oynayan amatör küme takımlarına da ihale gelirinden pay vermemiz gerekir, haksızlık olmasın diye. Ne de olsa o sahalarla, (mesela) Şükrü Saraçoğlu'nun bugünkü zemini arasında pek de fark yok.

Bu arada, "neden 2016 Şampiyona stadları arasında UEFA'nın göz bebeği Şükrü Saraçoğlu yok" diye serzenişte bulunan Fenerbahçe yönetimi bu akşamki zemin faciasından sonra şöyle bir yutkunmuştur muhtemelen...







20 Ocak 2010 Çarşamba

Top 5: Spor Filmleri

Girizgah yapmadan hızlıca konuya giresim var bu sefer. Artık biliyoruz ne de olsa sistemi hepimiz, değil mi? :)
Sondan geriye doğru sayıyorum, itirazı olan beri gelsin.


6- Any Given Sunday (tamamen Al Pacino'ya saygımdan dolayı 6'lı liste hazırladım bu kez)



Dennis Quaid'e en çok yakışan rol sanırım yaşlanmış, karizmatik "quarterback" rolü. 


5- The Blind Side

Sandra Bullock'a sadece iki gün önce Altın Küre kazandıran film. Gerçek bir hayat hikayesinden bahsediyor. Üstelik de çok taze bir hayat hikayesi. Henüz 2009 senesinin NFL Draft'ında Baltimore Ravens tarafından 1. tur 23. sırada seçilen ofansif hattın en solunda (Left Tackle) pozisyonunda oynayan Michael Oher'ın dramatik öyküsünü ele almış film. Sandra Bullock döktürmüş gerçekten. Gerçek hayat hikayeleri, özellikle de spor filmlerinde daha bir vurucu oluyor sanki, ne dersiniz?





4- Remember the Titans

Bir gerçek hikaye daha. Bu film bizi 60'lara götürüyor ve Amerika'da ırkçılık mevzularının tavan yaptığı dönemde siyah ve beyaz oyunculardan  kurulu bir lise amerikan futbol takımının yaşadıklarını anlatıyor. Başrolde Denzel Washington, okulun yeni ama hırslı siyahi koçu Herman Boone'u canlandırıyor. Filmde tüm takımın topluca söylediği "Ain't no Mountain High Enough" isimli Marvin Gaye şarkısı akıllarımızda iz bırakan anlardan.

"Left Side! Strong Side"


3- Rocky (seri halinde... ama elbette I. ve IV. filmlerin yeri ayrı)

Bilemiyorum anlatmaya, açıklamaya gerek var mı? Arnold Schwarzenegger'in Altın Küre ödüllerinde Avatar için söylediği cümleyi tekrarlayarak açıklamaya çalışayım bari ne de olsa aynı durum Rocky'i izlemeyenler için de geçerli:

"I am talking to everyone watching this show on TV right now. If you still haven't seen Avatar, you are the only one left!"  - 67. Altın Küre Ödül Töreni, 2010



 "Adriaaaannnn!!!"

Rocky IV filminin yukarıdaki afişinde dönemin özelliklerine dair bir çok küçük ipucu bulabilirsiniz. Film 1985 yapımı ve soğuk savaşın masa başında en çetin mücadelelerinin yaşandığı son dönemine denk geliyor. Amerikan bayrağının vurgulanışına ve arka planda sırtı dönük Rus Askeri'ne dikkat...

2- Friday Night Lights





Yine amerikan futboluyla ilgili bir film. Bu kez Billy Bob Thornton Teksas'ta küçük bir kasabanın futbol takımının başında. Takımdaki oyuncuların aileleri, kasabanın esnafı yıllar önce alınan eyalet şampiyonluğuna takılıp kalmışlar. Tıpkı bizim 1996 Avrupa Şampiyonası'ndan önce Puskas'lı Macaristan'ı yenmiş olmamıza takıldığımız gibi. Hem koçun hem de takımdaki genç oyuncuların üzerinde büyük bir baskı var. Her Cuma oynanan maçlar esnasında kasabada hayat adeta duruyor. Kasabanın bakkalı, manavı, berberi, artık kim varsa yenilgilerden sonra koçu madara ediyorlar. Kısacası bizim memlekette herkesin futbol bilmesi gibi bu küçük Teksas kasabasında da herkes amerikan futbolu biliyor. Ağzı olan konuşuyor! Film, bu baskı altında koçun ve takımın yaşadıklarını konu alıyor. Son derece gerçekçi bir film. Üstelik epik bir anlatımı da yok; spor filmlerinde -özellikle amerikan futboluyla ilgili olanlarda- nadir bulunan bir özellik

1- Rudy



"When people say dreams don't come true, tell them about Rudy"


Geldik benim için bir spor başyapıtı olan filme. Yine gerçek bir hayat hikayesi ve evet yine amerikan futbolu.. Diğerlerini bilemem ama bu filmi mutlaka seyredin. Ne yapın edin, bir yerlerden (muhtemelen gittigidiyor ya da e-bay üzerinden) bulun ve izleyin. Sadece filmi değil, DVD ekstralarını da mutlaka dikkatle seyredin. Filmde anlatılan hikayeyi, bir de bu hikayenin gerçek kahramanı Daniel "Rudy" Ruettiger'ın ağzından dinleyin. Sean Astin'in kanımca kariyerindeki en önemli filmdir bu. David Anspaugh'un yönettiği kadroda dönemin bir kaç usta oyuncusu daha var. Jon Favreau, Ned Beatty ve Charles S. Dutton bunların en önemlileri. Filmin müzikleri ise halen "NFL Films" tarafından haftalık NFL karşılaşmalarının özetlerinin fonunda kullanılıyor. Şahsen benim bugüne dek izlediğim en... "inspiring" film. (İlham verici diyemezdim bunu Türkçe'ye çevirip, üzgünüm aynı anlamı taşımıyor...)

Not: Bu filmi izlediyseniz -ya da izledikten sonra- bana haber verin;  "ben Rudy'i izledim" diyin. Size filmin tüylerinizi diken diken eden, gözlerinizi dolduran son sahnesine dair kolay kolay bulamayacağınız bir bilgi ve kaynak vereceğim; filmin etkisi ikiye katlanacak, söz!


Efendim, listemizin sonuna geldik. Yine itirazlar olacak elbet, biliyorum. Örneğin "Jerry Maguire bu listede nasıl olmaz" diyenler çıkacak. O film bir spor filmi değil bence tam olarak. Daha çok bir romantik-komedi sanki.... Spor filmi olması için daha yoğun şekilde sporcunun, takımın ya da antrenörün etrafında dönmesi gerekir diye düşünüyorum. Jerry Maguire'da film tamamen Jerry'nin hayatında geçiyor. Spordan çok bir "revelation" filmi olduğundan listeye eklemedim. Ama illa benden de duymak istiyorsanız: evet çok güzel filmdir, tadından yenmez. Oldu mu? :)

19 Ocak 2010 Salı

Zico "The Globetrotter" (Gezgin Zico)

Tam adıyla Arthur Antunes Coimbra, bizim bildiğimiz ve sevdiğimiz adıyla Zico gelmiş geçmiş en büyük futbolculardan biriydi. Kimine göre Beyaz Pele'ydi Zico, kimine göreyse Pele Siyah Zico'ydu. Hayal meyal hatırladığım karşılaşmalar ve daha çok bugünlerin geçmişe yönelik futbol belgesellerinde izlediğim görüntülerle biliyorum Zico'nun oyunculuğunu. Gerçekten müthişmiş, efsaneler arasında yer alması şaşırtıcı değil.



Teknik adamlık kariyerine futbolculuk yaşamını noktaladığı Japonya'da başladı Zico. Fenerbahçe'de görevi devralmasıyla birlikte Avrupa kapıları da yavaş yavaş önünde açılmaya başladı. Fenerbahçe'yle o müthiş Şampiyonlar Ligi Çeyrek Final sezonunu yaşadıktan sonra takımda disiplin ortamı kuramadığı gerekçesiyle gönderildi. Futbola büyük yatırımlar yapmayı hedefleyen bir lige Özbekistan'a geçen Zico, burada bir sezon Bunyodkor takımını çalıştırdı. Fenerbahçe'de yarattığı piyasa bir sezon sonra yeniden kendisine döndü ve Fenerbahçe'deyken karşılaştığı, sadece bir kaç sezon öncesinin UEFA kupası şampiyonu CSKA Moskova'nın başında buldu kendini.

Ne var ki daha doğru düzgün bir seneyi tamamlayamadan Zico'nun görevine son verildi ve Rusya'dan da göç etmek durumunda kaldı. Sonraki durağı yine Avrupa'nın belirli bir standardın üzerindeki orta karar takımlarından Olympiakos oldu. Bugün itibariyle üst üste gelen bir kaç başarısız sonuç sebebiyle yine işine son verildi Zico'nun.



İlk defa Fenerbahçe'de bir sezondan fazla görev yapan bir teknik adamın arka arkaya iki benzer seviyede kulüpten sezonu tamamlayamadığını görmek gerçekten değişik geldi. Fenerbahçe meğer ne istikrarlı kulüpmüş!
Bir merakım da şu: Acaba bu takımlarda da Fenerbahçe'de birlikte çalıştığı ve kulüple yeniden anlaşma sağlamasına engel olan kardeşi Edu'yla birlikte miydi Zico? Bilen var mı?

18 Ocak 2010 Pazartesi

Alex'li vs. Alex'siz


"Alex çok büyük futbolcu. Bunu kimseyle tartışmam" diyor -bence ülkemizin ve hatta Dünya'nın en başarılı futbol yorumcularından- Rıdvan Dilmen; ve ekliyor... "Senede asistiyle, golüyle 30 kere skor tabelasını değiştiriyor, varsın koşmasın. Böyle bir adamı kim oynatmaz!".

Koşmuyor, defans yapmıyor diye suçlanan Alex'in artık araştırıp yorumlamaya gerek duymadığım derecede uçuk istatistikleri var. Kaldı ki kendisi de "ben bir forvet oyuncusuyum, beni bu gözle izleyin", diyor. Açıkçası bu gözle izleyip yorumladığımız, rakip oyuncuları bir defans oyuncusu gibi kesmesini gibi acayip beklentiler içine girmediğimiz zaman geriye Alex'in muhteşem oyun zekasını ve tekniğini takdir etmek kalıyor sadece. Bunlara da söylenecek laf yok zaten.

Eğer Alex'i bir forvet oyuncusu olarak göreceksek, bu durumda Fenerbahçe aslında 4-4-2 oynuyor diyebiliriz Bu hafta Rıdvan Dilmen de benzer bir yorumda bulundu. Alex'in ikinci bir forvet görevi gördüğünü belirtti. Buna ister 4-4-1-1 ister 4-2-3-1 diyelim, aslında bu dizilişin temelde 4-4-2 özellikleri taşıdığını ifade etti. Tek fark Alex Guiza'nın arkasında oynuyor, yanında oynamak yerine.





Bu akşam Antalyaspor - Fenerbahçe karşılaşmasını izlerken dikkat ettim, Fenerbahçe'nin Alex'li ve Alex'siz oyun tarzı bambaşka. Alex oyundan çıktıktan sonra, Özer sağ açık, Wederson da sol açık pozisyonlarına geçti. Gökhan Ünal ve Guiza da sahaya yukarıdan baktığınızda aynı hizada duran iki forvet olarak dizildiler. Bu önemli bir nokta. Zira Alex oynadığında, Guiza'nın arkasında, iki merkez ortasaha oyuncusunun ise önünde oynuyor. Bu dünya futbolu için çok tanıdık, Fenerbahçe için yepyeni dizilişle takım bu sezon neredeyse hiç görmediğim kadar tempolu bir futbol oynadı ve çok sayıda pozisyon buldu. Hatta maçı 3-1'lik mağlubiyetten, 3-3'e taşıdılar. Evet 3 de gol yediler bu arada ve maçı kaybettiler ama bunlar defansın -özellikle Bekir ve iyi oynamasına rağmen Andre Santos'un- dikkatsizliklerinden yenen goller olduğundan konumuzla ilgisi yok.

Esas konu şu ki, Alex muhteşem yeteneğine ve takıma olan inanılmaz katkısına rağmen, o herkesin yıllardır dilinden düşürmediği eleştirinin, "Fenerbahçe temposuz oynuyor" kalıbının sorumlusu gibi geliyor bana. O sahadayken herkes Alex'i arıyor. Boş olmadığını görünce, ikinci tercih olarak boştaki herhangi birini arıyor Fenerbahçeli oyuncular. Bu yüzden de oyun her pasla, her topa dokunuşla beraber biraz daha yavaşlıyor. Emre ve bazen de Özer haricinde insiyatif kullanan, adam eksiltmeye çalışan kimse olmayınca da o dillerden düşmeyen "al gülüm ver gülüm oynuyor canım bunlar" etiketi yapıştırılıyor takıma.

Oysa bu akşam ikinci devrede öyle miydi? Evet belki 3-1 geriye düştükten sonra canlandı Fenerbahçe ama iddiasız bir maçta bile 70. dakikadan sonra bu kadar tempo yapmak kolay değil. Sahada Alex olmayınca herkes birbirini daha fazla kullanmaya başlıyor sahada. Özer'in Bekir'le, Wederson'un Santos'la yaptığı paslaşmalar bunun en iyi örneğiydi. Ancak Alex yerine Gökhan ya da Semih gibi ikinci bir klasik forvetin oynaması oyun anlamında farkı yaratan esas unsurdu. Kenardan gelen her topta sanki yıllardır birlikte oynarmışcasına ön-arka direk koşuları yaptı Guiza ve Gökhan Ünal. Bu pozisyonlardan 2 gol çıktı; daha fazla gol çıkmaması da tamamen talihsizlikti. Guiza'nın ilk defa bu kadar etkili oynadığını gördüm. "Arkasında" değil "yanında" oynayan bir oyuncu bulunca daha rahat pozisyona giriyor sanki İspanyol.

Yanlış anlaşılmasın. "Alex oynamasın, Fenerbahçe o zaman coşar" gibi bir iddiam yok. Alex'in sahada yarattığı farka hepimiz şahit oluyoruz yıllardır. Yine hepimiz biliyoruz ki, Alex bu takımda olduğu sürece ilk 11'de yer alacak ve kaptan kalacak. Bunu da hak ediyor zaten. Tempoyu bu akşamki karşılaşmanın ikinci yarısındaki Fenerbahçe temposuna getirmek için başka bir yöntem olmalı. Artık futbolculara "ilk işiniz Alex'i aramak olmasın" diye ders mi verilir, tedavi mi uygulanır bilemiyorum ama bir çözüm bulunmalı. Şahsen ben o tempo içerisinde Alex'in maharetlerini sergileyişini izlemek isterdim. Muhteşem bir manzara olsa gerek...

Son olarak biraz da Özer'den bahsetmek gerekiyor. Özer sağ kanatta oynuyor ama sürekli içeri girip gol arıyor, kanat değiştiren uzun toplarla rakip defansın dengesini bozuyor tek pasla. O beğenmediğimiz, ofansif yönü zayıf dediğimiz Bekir'i bile oynattı Özer; ver-kaçlarla sıfıra inmesini, orta yapmasını sağladı. Önceki takımlarında onu çalıştıran hocaların -başta da Aykut Kocaman'ın- Özer'i Türk futbolunun gelecekteki yıldızı olarak göstermeleri boşuna değilmiş, onu iyiden iyiye belli etti bu akşam Özer. Futbol dinamikleri biraz düzgün çalışan bir ülke olsak Özer yaşındaki bir futbolcu için o "geleceğin yıldızı" yerine "Dünya Yıldızı" diyor olabilirdik gerçi.

Neyse, belki bu 321 milyon dolar biraz adam eder bizi... Haydi hayırlısı.

12 Ocak 2010 Salı

Yeter artık Adanalı!

Yerli diziler hakkındaki genel yorumum aslında çok acı. Bir çeşit teorim var; günümüzün tüm yüzeysel, suni didişmelerle dolu ilişkilerinden, belirli bir mantığa dayanmayan sert erkek triplerinden, seri üretimden çıkmışcasına birbirine benzeyen ve sokakta her iki adımda bir gördüğümüz kızlarından, tamamen bu yerli diziler sorumlu. Bir de MTV var, o da başka şeylerden sorumlu ama apayrı bir konu olduğu için girmiyorum şimdi...
"Ne alakası var yerli dizilerin tüm bunlarla", diyeceksiniz. Polat Alemdar her hafta aynı donuk ifadeyle evlerimize girmeye başladığı dönemlerde Ankara'da okuyordum. Bir süre sonra etrafta daha fazla takım elbiseli ama kravatsız, kimisi pis sakallı, kimisi sinek kaydı -ama asla top sakallı değil- Kurtlar Vadisi'nden fırlamış insan suretleri görmeye başlar oldum. Tesadüf mü? Olmadığını hepimiz biliyoruz.

Peki ya bitmek bilmeyen, "başı dertten, poposu bilmemneden" bir türlü kurtulmayan insanlarla ilgili, saçma sapan yanlış anlamalar, tek bir kelime söylense hiç oluşmayacak problemler üzerine kurulu sayısız diziye ne demeli? Bunları görüp, ilişkilerin böyle yürütüldüğünü zanneden o kadar çok insan tanıyorum ki. Konuşup, tartışıp problemi tanımlayıp, çözmek yerine gereksiz triplere, kapı vurup çıkmalara bel bağlıyor bu insanlar... Dramatize ediyorlar yani durumu aslında, aynı bizim dizilerdeki gibi.

Bu denli zararlı bir hadise, zaten doğru düzgün bir aile ilişkisi ve eğitimden yoksun kalmış toplumumuz için bu tip diziler. Bu suçun baş sorumluları elbette yapımcılar ve senaristler. Toplumun zaafını farkedip, yıllardan beri belirli bir program içinde bu tip dizilere alıştırdılar insanları. İnsanlar dizi olmadığı zaman ne seyredeceklerini bilemez hale geldiler. Uyuşturdular resmen... "Biz insanlara, kendi hayatlarından kesitler sunuyoruz... Kendilerini buluyorlar bu dizide", şemsiyesine sığındılar.

Hadi onlar tamam, para peşinde koştular, anlıyorum... Peki ya yönetmenler? Bari siz adam gibi bir iş çıkartın ortaya da topluma saldığınız bunca zehre "sanat" diyebilelim. Rezalet! Çok ama çok az istisna haricinde son 10 yıldır televizyonda izlediğim tüm yerli diziler tek kelimeyle "RE-ZA-LET"!!!

Örnek, sanırım 3 sezondur ATV'de devam eden "Adanalı". Senaryoya -diyaloglara ve detaylara değil- baktığınız zaman standart bir aksiyon filminde karşınıza çıkabilecek her türlü klişeyi bulabilirsiniz. Bu anlamda kötü değil; bilakis çok iyi bir fikir. Tüm kanallar gereksiz dram ve ağlak aşk dizilerine boğulmuşken, çok iyi bir fikir aksiyona dayalı bir dizi yaratmak. Fakat işte beceremiyorlar. 3 sezondur bir adım ilerleyemiyorlar. Sürekli seyretmiyorum, hatta özellikle seyretmemeye dikkat ediyorum ne kadar başarısız olduğunu bildiğimden. Ama işte bazen bir yerde otururken gözünüze takılıyor, bazen evde denk geliyorsunuz zap'larken. İşte o zaman gülüyorum ağlanacak haline bu dizinin. Dünya kadar da para yatırıyorlar işin kötüsü... Ve çok sevdiğim bir adam oynuyor üstelik, Oktay Kaynarca.

Ne var da bu kadar başarısız bu dizi peki? Hemen örnek vereyim bir kaç tane. Adamlar Merkez Bankası'nı soyuyor. Kasa epey büyük komplike bir kapının arkasında ve adamımız bu kapıdan giriyor içeri, neydi adı babanın, Maraz Ali, evet... Merkez Bankası'nın içinde o kasanın kapısına bakan bir tane kamera yok! Ya da koskoca Merkez Bankası'nın bir güvenlik odası yok, o kameraları kontrol eden. Uyaramıyorlar aşağıdaki güvenlik görevlilerini "hacı, sizin asansör tamircisi kasayı açtı oğlum, salak mısınız nesiniz" diyerek.

Ya da mesela muhteşem Maraz Ali sevgilisiyle birlikte -ki berbat oynuyor kızımız kusura bakmasın- bir rıhtımda polislerden kaçarken, mütemadiyen durup durup, bir konteynırın arkasından polislere ateş açıyor. Ne var bunda diyorsunuz belki ama işte izleseniz, o kadar gereksiz bir hareket ki! Sırf çatışma olsun diye koyulduğu bu kadar belli edilmez bir sahnenin. Bir kere yapsalar iyi, en az 3-4 kez arka arkaya koyuyorlar aynı sahneyi. Hepimiz biliyoruz o sahnede kimseye birşey olmayacağını. Ne gerek var bu kadar uzatmaya!

Şu da var: Maraz Ali hapishaneye düşer. Avluda abimizin etrafını sarar bir gurup mahkum ve şişlemek isterler kendisini, tabir caizse. 5-6 Kişidir Ali'nin rakipleri. Ama tabi kafalarında beyin yerine löp et olacak ki, tek tek girişmeyi uygun görürler. Tamam, çok standart bir aksiyon filmi klişesi, ama işte Hollywood yaptığı zaman bana bunu düşündürtecek zaman bırakmıyor adamlar. O kadar hızlı gelişiyor olaylar yani. Oysa bu sahne 15 dakika falan sürdü Adanalı'da. Ruhumu teslim ediyordum reklama girmese dizi.


Son olarak yönetmen -her kimse artık bakmaya lüzum görmüyorum ismine- o kadar başarısız ve midesiz ki, Oktay Kaynarca gibi yakışıklı bulduğum bir adama bile bakarken tiksinmemi sağlayabiliyor, sağolsun. Yahu, adama bir imaj yaptınız hadi anladık, saçım kadar bıyıklar falan. Ama bu kadar zoom'lamayın bari, adamın bıyıklarını tel tel görmeme gerek yok, ya da Maraz Ali'nin sakalını, burnunun içini veya makyajcı kızınızın kapatmayı 235209732 bölümdür beceremediği sivilceleri, aktörlerin yüzündeki lekeleri...


Bir de şu sözde Yunan aksanıyla Türkçe konuşan karakterler meselesi var. Ortaokulda sınıf sussun diye tahtaya uzun tırnaklarını geçirip o dayanılmaz sesi çıkartan Frau Geiger'i hatırlatıyorlar bana. Daha doğrusu onlar konuştukça aynı o tahtadan çıkan sesin bende yarattığı etki oluşuyor, yıllar sonra.
Öte yandan 1986'da adamlar Top Gun diye bir film çevirdi biliyorsunuz. Halen efsanedir benim için. Bu filmde aksiyon sahneleri gerçekçi olsun diye Amerikan Hava Kuvvetleri'nden danışmanlar çağrıldı. Bu adamlara filmde görev yapmaları için para ödendi ve senaryoda istedikleri yeri değiştirme hakkı verildi. Örneğin bir sahnede Maverick daha önce bir Mig'le karşılaştığında, Mig'in şimdi adını hatırlamadığım bir manevra yaptığını söyler ve buna sınıfta kimse inanmaz. Oysa filmin başındaki dogfight sahnesinde izleyiciye bu manevra gösterilmiştir. Bu diyalog tamamen bahsi geçen danışmanların fikridir.


Veya Enemy at the Gate'i ele alalım. Son derece gerçekçi bir film. Ed Harris'in silahın dürbününden bakarken nefes alış verişi geliyor aklıma her seferinde ve tetiği çekmeden önce nefesini tutuşu, silah sarsılmasın diye...


Tamam bunların bütçesiyle Adanalı'nın bütçesini karşılaştıramayız. Elbette Adanalı'dan kimse bu tip performanslar beklemiyor, ben dahil... Ancak biraz özen gösterilsin bari, bu kadar aptal yerine koyulmasın insanlar. Hiç mi izlemiyorsun ey yönetmen kardeş? Çektiklerini oturup hiç mi izlemiyorsun yayına hazır damgası basmadan evvel? Nasıl utanmıyorsun onu anlamıyorum. Muhtemelen sen hiç film izlememişsin, CNBC-E'de dizi izlememişsin hayatında. O da nasıl oluyor anlamıyorum gerçi ya! Bu kadar klişeyle ve yabancı filmlerden, dizilerden kopyalanmış sahneyle, senaryoyla uğraşıyorsun ama ortaya çıkan mal bu kadar kötü. İkisini insan yan yana koyar izler. Bir bakar, karşılaştırır "ulan biz bunu buradan yürüttük ama nasıl olmuş acaba becerebilmiş miyiz" diye düşünür! Nerdeee?! "Nasıl olsa izliyor millet, yutuyorlar... Koymuşum sanatına, paramı alıyorum ya daha ne uğraşayım canım!"

Bugün herhangi iki epik filmi alın, konuları, akışları, karakter yapıları çok büyük benzerlik gösterir. Bu benim teorim değil, vaktinde Claude Levi Strauss yazmış.(Claude Lévi-Strauss, The Raw and the Cooked: Introduction to a Science of Mythology, trans. John and Doreen Weightman, Jonathan Cape, London, 1969). Üniversitede karşılaştırmıştık Lord of the Rings ve Star Wars serisini. Doğru çıkmıştı adamın söyledikleri. Dolayısıyla klişe film diye eleştiremeyiz hiç bir yapıtı. Bir bilim kurgu film için Sinema.com sitesindeki yazarlardan biri, "çok klişe. yine uzaylılarla ilgili bir film" gibi bir yorumda bulunmuştu. Ben de dayanamadım tabi, nazikçe ifade etmeye çalıştım kendisine, bunun bir klişe olmadığını, böyle bir film türü olduğunu ve bu türlerin her birine Genre denildiğini ancak kendisinin muhtemelen boynuna sardığı entel fulardan mütevellit bu jargona zaten haiz olduğunu, "okuduğunuz ve zaman ayırdığınız için teşekkür ederim"... (ilgilenenler için bahsi geçen sinema.com köşesi: http://www.sinema.com/makale/2-7616/kehanet-turun-butun-kliseleri-bir-arada ; ve benim konuya dair yorumum da yorumlar arasında whiterussian adı altında. Okuyun, eğlenirsiniz eminim)

Diyeceğim şu ki, klişe filmler kötü değildir. Avatar da klişelerle doludur ama muhteşem bir filmdir. Klişeleri o kadar güzel işlemiştir ki, gözümüze batmaz, filmin neresinde ne olacağını gayet iyi bilmemize rağmen merakla o sahnelerin teker teker gelmesini isteriz karşımıza. İzledikçe hayran oluruz... Fenerbahçe'nin 3 sene önce Inter'e attığı muhteşem Deivid volesini stada gidip maçta görmüş olmanıza rağmen, eve gelip her kanalda ayrı ayrı, tekrar tekrar izlemekten farksızdır bu. Ne olacağını bilirsiniz, ezberlemişsinizdir o harika vuruşu... Ama o kadar güzel ve eşsizdir ki defalarca izlemek istersiniz. O yüzden Adanalı'nın bana batan tarafı klişeleri değil. Bu klişeleri bugüne kadar gördüğüm en kötü uygulayan yapım olması. Klişe bir şeylere kalkışacaksanız, daha önce yapılan kadar iyi birşey çıkartamazsanız ortaya, yandınız demektir. Adanalı her sahnesiyle, her diyaloğuyla, her aksiyon denemesiyle çuvallıyor bilmem kaç sezondur.

Birileri artık bu işkenceyi bitirsin ne olur. Hadi ben beğenmiyorum, izlemiyorum, işkence olup olmaması tamamen elimde yani. Ama yazıktır bunca oyuncuya, bilhassa Oktay Kaynarca'ya... Sözleşmesi var diye gıkını çıkartamıyor adam (gıkının çıkmamasını buna yormak istiyorum!) ama herhalde böyle saçma sahnelerde rol almak onu da üzüyordur. Öldürün Adanalı'yı, ya da Maraz Ali'yi... Klişe olsun diye de aynı anda öldürün... Ali'nin sevgilisi bebekle kaçsın maçsın bir şeyler yapsın, doğsun bebek adı Ali koyulsun. Sonra Safiye Sofia'yla (evet göbek adı Safiye'ymiş) birisi evlensin, onların da çocuğu olsun, bu çocuklar kanka olsun, devir daim devam etsin. Sen sağ, ben selamet, dizi bitsin herkes kurtulsun....


P.S: Böyle kızgın olduğum konularda yazarken çok dağılıyor mevzu, farkındayım. Kusura bakmayın lütfen, anladınız siz..



10 Ocak 2010 Pazar

Mükemmel Haftasonu



Hepimiz haftasonu için yaşıyoruz. İşe giderken, eve gelirken, Pazartesiler Salı, Çarşambalar Perşembe olmak bilmezken aklımızda sadece haftasonu var. Hafta boyunca Cuma akşamı ne yapacağımızdan başlayıp, Pazar nerede kahvaltı yapıp keyif çatacağımıza kadar planlıyoruz. Cuma günü öğlen yemeği sonrası geri sayıma başlıyoruz. O haftanın geçmiş bütün günleri, saniyeleri yelkovanın, akrebin üzerinde ağır birer yükmüş gibi zorlanarak ilerliyor saatler artık. Nihayet mesai bitiyor, haftasonu resmen başlıyor ve hafta boyunca "pilim bitti" diye zırlayan bizler, bir anda Energizer tavşanı modunda buluveriyoruz kendimizi. İki buçuk günlüğüne olduğunu bilsek de...

Herkesin "mükemmel haftasonu" tanımı farklı olacaktır mutlaka. "Olmazsa olmazlar" vardır, gelenekler vardır artık ayinleşmiş. Benim için sanırım şöyle birşeydir mükemmel haftasonu:

1- Cuma akşam mesai sonrası eve gidilmez, direkt dışarı çıkılır. Alternatifler arasında dans geceleri olabilir, kalabalık bir grupla Tolga's Karaoke olabilir... Fakat "mükemmel haftasonu" için bunların yerine eski dostlarla bir pub'a gidilir, içilir de içilir. Pub olmazsa Tophane makuldür. Mümkünse Batu'nun köprücük kemiği sökme, Çotay'ın bilgisayar monitörü patlatma operasyonları anılır, Avustralya'daki Otaku'ya boy boy selam(!) edilir. 

2- Cumartesi sabah 9 civarı uyanılır. Çok uzun olmayan ancak zevkli ve doyurucu bir kahvaltı seansı şarttır. Çay demlenmiş olmalıdır. Olmadı bari "sallama earl grey" sunulmalıdır. Öğlene kadar evde keyif yapılır. Yaz dönemiyse 1-2 saat havuzda geçirilebilir. Havuz durumu söz konusuysa Pratchett ya da Hornby'nin yeni kitabı mutlak suretle bulundurulmalıdır.

3- Öğleden sonra yeni yeni ayılmakta olan Hocam ve Tubik'le -tercihen Meydan Num Num'da Cheddar Cheese Burger eşliğinde- muhabbet edilir. Akabinde Tubik'in de haftasonu mükemmel olsun diye -ki bu doğrudan Hocam'ın haftasonu mükemmeliyetini de ekliyor malumunuz- D&R'a girilir, bilimum reyonlara bakılır. Tubik çeşitli kandırmalar ve ayak sürümeler eşliğinde D&R'dan çıkartılır. 

4- Akabinde sinemaya gidilebilir. Ancak bunun için şartların önceden olgunlaşması gerekir. Gidilesi bir film bulmak gerekir. İçinde mutlaka mesela Scarlett Johansson ve O'nun ayarında bir aktör olmalıdır ki Tubik ve Hocam kapışabilsinler. Yoksa 10 dakika arada eğlenilemez. 

5- Akşam yemeği keyifler yerindeyse evde yapılır, maç izlerken tüketilir. Maç yoksa veya üşengeçlik baş gösterdiyse hızlıca a) Tavanarası @ Asmalı; b) North Shields @ Kalamış; c) annemin mutfağı @ Esenevler tercihlerinden biri yapılır. Yemek uzun tutulmaz, fazla ağır yenmez. 



Tavanarası... Asmalı Mescit'te kesinlikle gidilmesi gereken mekanlardan. Zeytinyağlılar muh-te-şem!


6- Cumartesi gece planları a) çarpışmadan dans edilebilecek kadar boş, bol bol muhabbet edilecek kadar kalabalık bir dans gecesi ve sonrasında toplu halde Cuba'ya intikal; b) anlayan biriyle Soul Stuff @ Hayal Kahvesi; veya c) o güne özel düzenlenen bir konser, parti vs içermelidir. 



The Soul Stuff Band. Her Cumartesi Hayal Kahvesi'nde...


7- Yağmur yağmamalı, yağacaksa da ince ince serpiştirmeli, paçalarıma sıçramamalıdır. Hava katiyen burnumu sızlatacak kadar soğuk olmamalıdır. 

8- Gidilen mekanda barmenden Whiterussian istendiğinde, cevabım boş bakışlar olmamalıdır. Whiterussian mutlak suretle "tumbler", low-ball veya high-ball bardakta sunulmalıdır. İçinde kırılmış buz parçaları bulunmalı, votka ölçeği Kahlua'dan fazla olmamalıdır. Ha, bir de krema değil, sütle yapılmalıdır.


Caucasian veya daha çok bilinen adıyla WhiteRussian. Big Lebowski'nin ellerinde. 


9- Eski bir arkadaşa rastlanmalıdır. Bir süre "acaba O mu?" diye her iki taraf da tereddüt etmelidir. Sonra sigaraya çıkıldığında "ben seni bir yerden tanıyorum" bakışları çakışmalı ve nihayet "Xavieeer, senmişsin!" veya "Mary Sue, Tanrım hiç değişmemişsin!" gibi nidalarla muhabbet edilmelidir. Muhabbet sonrası herkes kendi yoluna devam edebilir, ya da etmeyebilir. Mükemmel haftasonumuz bundan etkilenmeyecektir.

10- Çorba. Mercimek. Ankara'daysam adını yine unuttuğum Esat'ta köşebaşındaki tahta kaşıklarla servis edilen çorbacıda... İstanbul'da a) Alem @ Kızıltoprak; b) Nizam @ Galatasaray

11- Eve dönüşte çevirmeye denk gelinmemelidir. Gelinse de üfleyince sıfır promil çıkmalıdır. Aksi halde 6 ay boyunca mükemmel haftasonu geçirme ihtimaliniz ciddi bir darbe alacaktır.

12- Sabah 10-11 arası kalkılır. Orkun İstanbul'daysa, kahvaltı hazırlama görevi kendisine bırakılır. Orkun mevcut değilse, masada standart kahvaltılıklara ek olarak peynirli omlet, kızarmış ekmek ve mümkünse Aslı'dan patatesli börek bulunmalıdır. Yorgunluk kahvaltı hazırlamaya hal bırakmadıysa duruma göre Fenerbahçe sahil veya Hisar'da kahvaltıya gidilir.


Sade Kahve... Hisar'da kahvaltı için altnernatiflerden biri. Yer bulabilirseniz afiyet olsun...


13- Kahvaltı sonrası a) çay veya kahve eşliğinde evde film izlenir; b) kısa ve sonuç odaklı olarak alışveriş yapılır. 

14- Uzun süredir görüşülemeyen bir arkadaşla buluşulur. Kahve eşliğinde muhabbet edilir.

15- Pazar akşamı saat 8'de Yalçın ve Dans Park tayfasıyla maç yapılır. En az bir şutum direkten dönmelidir. O hafta maç iptalse, Hocam'la buluşup kısa bir FIFA seansı düzenlenir. Orta seviye bir takımla Premier League'de üst sıralara oynanmalıdır. Gol sıkıntısı çekilmemeli, beklenmedik can sıkıcı mağlubiyetler alınmamalıdır.

16- Maç sonrası evde dönemsel olarak cnbc-e'de hangi dizi takip ediliyorsa o izlenir. O hafta önemli bir maç varsa NTVSpor ve Rıdvan Dilmen'e mutlaka göz atılır. Bu esnada evde kola ve sigara bulunması elzemdir. Alternatif olarak Fox Sports'ta NFL karşılaşması izlenir. Eğer 49ers oynuyorsa mükemmelik katsayısı 3'le çarpılır.


Efsane 16 numaralı 49ers formasıyla Joe Montana... Diğer adıyla "Mr. Comeback". Gelmiş geçmiş en iyi Quarterback'lerden biri. Bana göre en iyisi. 49ers maç yayınının haftasonumu etkilemesinin en büyük sebebi işte bu adamdır...


17- Ertesi gün iş durumuna göre belirlenen bir saatte uyumadan evvel mutlaka mail'lere bakılır. Beklenen yerlerden cevapların gelmiş olması makbuldür. Facebook'a göz atılır, ancak fazla oyalanılmaz. Mümkünse Salı veya Çarşamba akşam programları için gereken iletişim sağlanmalıdır. 

18- Az kalsın unutuyordum. Saat 19:00-21:30 arası evde bulunuyorsam, üst kattaki çocuk mutlak suretle anlam verilemeyen gürültüler yapmalı ve beni çileden çıkartmalıdır. Böylece hızla üst kata çıkıp "öeeeh!!" deme fırsatı doğar (bugüne kadar bir şey demedim. Fırsat kolluyorum). Bir de mutlaka otoparkta benim yerime başka birisi parketmiş olmalı ve tam izlediği maçın veya yediği yemeğin en güzel anında aşağı inip arabasını çekmelidir. (Gerekli uyarıları daha önce yapmıştım kendilerine. Taviz yok.)

19- "Bu hafta da böyle geçti, haftasonu ne yapacağım şimdi", gerginliğine girmeden boş ve rahat bir zihinle yatağa girilmelidir. Yarım saat yatakta döneceksem ortada buna değecek bir sebep olmalıdır. "Sebep" olarak benim boylarımda, kumral ve zarif (önemli ama hakkaten) bir bayan tercih edilir.

20- Son olarak, haftasonu bittiğinde, yani Pazartesi sabahı "I'm walking on sunshine", "Wake me up before you go", "I got you babe" veya "Beyond the Sea" ile uyanılmalıdır.

Bu maddeler (elbette alternatifleri mevcuttur veya unuttuğum şeyler olabilir) gerçekleştiyse nadide bir haftasonu geçirmişim demektir. Önceki hafta çekilen stres bünyeden maksimum seviyede uzaklaştırılmıştır ve yeni haftaya tamamen hazırımdır artık. Ne de olsa hayat insanı 5 günde sıfırlayıp, envai çeşit çirkeflikle bunca mükemmelliği bile bir anda unutturabilmektedir. Bir dahaki Cuma'ya kadar bu enerjiden ne kadar saklasam kardır. Zira 2 günde toplam 20 saat toplantıyla biten haftasonları da çıkarabilir insanın karşısına hayat.

Tıpkı bu hafta olduğu gibi...