11 Kasım 2009 Çarşamba

Şarkı Söylemenin Dayanılmaz Hafifliği

Yazacak bir şey bulamamış olmaktan mıdır, üşengeçlikten midir bilemiyorum son bir buçuk aydır elim klavyeye gitmedi.  Biraz evvel kahvemi yudumlarken düşündüm de aslında epey konu birikmiş yazacak. Geçen akşam Ali de söyledi... "Abi şu derbiyle ilgili (Fb-Gs) yazmanı çok bekledim. Benim yorumlarım hazırdı", dedi. Adam benim yazacaklarımı okumadan yorum hazırlamış. Eh o zaman kendi blog sayfanı açsan artık diyorum sevgili Ali? Ne bu böyle blog yancısı şeklinde yorumlar üzerinden yazı yayımlamak? :) 

Neyse efendim. Neticede, bilhassa Sayın Eliza Hanımefendi başta olmak üzere, gelen baskılara dayanamayıp neredeyse iki aydır biriktirdiğim kelimelerden bir kurtulayım istiyorum artık. Öncelikle uzunca bir süredir hayatımda yer edinmiş olan bir aktiviteden bahsetmek istiyorum. Uzunca bir süre diyorum ama düşününce aslında henüz bir sene bile olmamış başlayalı. Hikaye şöyle:

Karaoke

Sanırım geçtiğimiz sene Aralık ya da bu sene başında Ocak'taydı, sevgili arkadaşım Duygu "hadi akşam Kalamış Posh'a gidelim" dedi. Ben tabi kafadan "Posh ne yahu? Adını sevmedim ben oranın, yok olmaz" şeklinde muhalefet yaptım. Fakat Duygu'nun mekanda karaoke yapıldığını söylemesiyle durum değişti. Yıllar önce, 5 yaşındayken ailem tarafından bir umuttur sokulduğum TRT İstanbul Çocuk Korosu sınavlarında yaşadığım hüsranın acısı hala hatırlanabilir düzeyde olduğundan neredeyse 25 yıldır şarkı söylemeye banyoda bile yeltenmemiştim.  Benim kadar bebeler piyanoda konçertolar çalarken bendeniz, Eddie Jr, saf saf "Ilgaz, Anadolu'nun sen yüce bir dağısın" isimli şarkıyı seslendirmeye çalışmış ve haliyle "eee, teşekkürler yavrucuğum. Biz annene haber veririz sonucu hadi bakalım tey tey", şeklinde kapı dışarı edilmiştim. 5 Yaşındayım, yazıyla "beş"!!  Bünyede yarattığı "loser" etkisini düşünebiliyor musunuz? O yüzden bu tip karaoke etkinliklerinden fena halde çekinmekle beraber, kendimi kendime kanıtlayabileceğim bir fırsat gözüyle bakardım hep.

Kalamış Posh

Posh'a geri dönelim. En son iki sene kadar önce ses sisteminin epey kötü olduğu ve dolayısıyla kendi sesimi pek de duyamadığım bir mekanda karaoke denemiş bir insan olarak tereddüt yaşadım. İnternette biraz araştırma yaptıktan sonra gideceğim mekanda bir önceki hafta Nev'in de bulunduğunu gördüm ve endişelerim iyice arttı. Öte yandan Duygu da sürekli anlatıyor, şöyle kaliteli, böyle güzel, "hem organizasyonu yapan çocuk da arkadaşım, çok eğleniyoruz", diyor. En kötü ihtimalle bir köşede oturup herkesin gitmesini bekleyip tam mekan kapanırken kendi kendime bir şeyler söylerim düşüncesiyle gittim Kalamış Posh'a.



Posh bir kaç katlı bir mekan, bilmeyenler için biraz anlatayım. Giriş katı oldukça geniş; hem yemek yiyebileceğiniz, hem muhabbet edebileceğiniz ve en önemlisi sigara içebileceğiniz tek kat burası. :) Bir üst kat ise her Çarşamba akşamı sevgili Tolga'ya ve Karaoke gecelerine ayrılmış durumda. Öyle yüzlerce insanın tıklım tıkış girdiği, insanların her parçada mikrofonlara saldırıp en sevdiğiniz şarkıya tecavüz ettiği "Umumi Karaoke" mekanlarından değil burası.

Tolga Soydaş - The Karaoke Master

Farkı ne diye sorarsanız cevabım "Tolga" olur. Herşeyden önce inanılmaz bir arşive sahip. Türkçe, İngilizce, İtalyanca, İspanyolca ve hatta Fransızca şarkılardan oluşan bugüne kadar gördüğüm en geniş arşiv Tolga'da. Parçaların altyapılarına çok dikkat ediyor Tolga ve mümkün olduğunca orjinale en yakın altyapıları edinmeye çalışıyor. Müziği seven, müziğe çok zaman ayıran biri olarak mixer'in başına geçtiğinde boş durmuyor Tolga. O anda mikrofonda kim varsa ve hangi şarkıyı söylüyorsa ona göre ton ayarını yapıyor ve hem parçayı söyleyene yardımcı oluyor hem de mekanda bulunanların kulak sağlığını ve sabır sınırlarını korumuş oluyor. :) Açıkçası bu uygulamayı başka bir yerde görmeniz pek mümkün değil. Bu hem bir istek ve profesyonellik meselesi, hem de bilgi ve müzik kulağı gerektiren bir meziyet.




Son olarak -ki bence Tolga'nın en önemli katkılarından biri budur- kesinlikle kimsenin şarkısına kimseyi musallat ettirmiyor. Mikrofon öyle dımdızlak ortada değil, kim kaparsa o söylemiyor yani. Tolga sıradaki parça kiminse o masaya gönderiyor mikrofonları. Sanata ve sanatçıya saygı yani... :) Duygu sayesinde Posh'da başlayan bu karaoke merakı son 1 senede İstanbul'daki tüm karaoke barlara gitmeme sebep oldu. Gittim, hepsini gezdim, değerlendirdim ve karar verdim ki bu işi Tolga'dan daha iyi yapan yok. 

Bir de güzel dostluklar oluşmasına vesile olan bir eğlence bu karaoke. Her hafta gidip şarkı söyleyin demiyorum elbette ama belirli bir süre sonra bir kaç kez gittiğinizde artık etrafınızda yabancılar yerine tanıdık yüzler olduğunu farkediyorsunuz. Hatta bu tanıdık yüzlerin söyleyeceği şarkıları bile tahmin edebilir hale geliyorsunuz, daha önce dinlemiş olduğunuzu hatırlayıp. Aman aman bir sese, müthiş bir yeteneğe ihtiyacınız yok. Şarkı söyleyemiyor olsanız bile kimse dönüp size alaycı bakışlar atmıyor Posh'da. Dedim ya "sanata ve sanatçıya saygı" işte. :) Şarkı söyleyebilseniz de söyleyemeseniz de eğleniyorsunuz bir şekilde. Kaldı ki "ben şarkı söyleyemiyorum" diye bir şey yok bence. Karaoke sevdası oluştuktan sonra iyice anladım ki olay tamamen özgüvende bitiyor. Söyleyemiyorum dedikçe kendi sesinizi bastırıp, ağzınızı açmıyorsunuz ve işte o dakika söyleyemeyen bir insan haline geliyorsunuz. Elbette söyleyeceğiniz parçayı seçerken melodisini ve az da olsa sözlerini bildiğiniz bir şarkı seçmek önemli. Bu da özgüveni anlık olarak etkileyen bir faktör çünkü.




Ego :))

Bundan önceki yazım Frank Sinatra parçaları üzerineydi (aslında "üzerineymiş" demeliyim, görmesem hatırlamam). Tahmin edebileceğiniz gibi karaoke mekanlarına gittiğimde de Frank Sinatra parçalarını söylemeyi tercih ediyorum. Yakıştığını söylüyorlar... Daha doğrusu Türkçe söylemenin yakışmadığını söylüyorlar, "sen Sinatra söyle abi, aman aman iyi böyle boşver Türkçe'yi" diyorlar. Ben de buna güvenerek geçenlerde Nişantaşı'nda bir mekanda düzenlenen karaoke yarışmasına katıldım (para ödülü vardı, tamamen bu sebepten katıldım). Elemeleri geçtim ve sonunda aralarında Deniz Arcak ve Şehnaz Sam'ın da bulunduğu jüri üyelerinin karşısına çıktım. İkinci oldum ve bir adet cep telefonu kazandım. Zaten birinci olsam kazanacağım para ödülü bardaki hesabı ödemeye ancak yetecekti. İkinci olmakla en azından elimde kalıcı bir hatıra var artık "bak ben bu telefonu şarkı yarışmasında kazandım" diyebiliyorum. :) Buradan teşekkürlerimi tekrar sevgili Tolga'ya ve Duygu'ya iletiyorum, bende çok emekleri var. Duygu sayesinde şarkı söylemeye başladım, Tolga sayesinde de az antrenman yapmadım. Siz olmasanız ben ne yapardım ey dostlar!! (evet, Grammy kazanmış gibi konuştuğumun farkındayım :) ).

Uzun lafın kısası efendim, karaokeye gidiniz, şarkı söyleyiniz. Danstan sonra kendime 25 yıl gecikmeli de olsa ömür boyu devam edebileceğim yeni bir uğraş bulduğum için çok mutluyum gerçekten. Dansta 15 yılda geldiğim nokta ve işin kazandığı ciddiyet düşünüldüğünde aynı sonucu karaokeden de beklemek büyük bir hayalperestlik olur elbette. Ancak yine de bırakmaya niyetim yok, gittiği yere kadar götürmeye niyetliyim. Size de tavsiye ediyorum. Hatta Çarşamba akşamları Kalamış Posh'a bekliyorum. Hem beni de dinlemiş olursunuz fena mı? ;) Emin olun Tolga'nın söylediği gibi "Kendinizi yıldız gibi hissedeceksiniz!"...


İlgilenenler için Tolga'nın Posh'da düzenlediği gecelere dair bilgiler aşağıdaki bağlantıdadır:

http://www.facebook.com/group.php?gid=33014538417 


Sevgiler,

Eddie "Sinatra Jr" O.





28 Eylül 2009 Pazartesi

Top 5's v.2: Frank Sinatra

Bir süredir yazamadım, zira çok yoğundum. Herhangi bir motivasyon kaybı söz konusu değil yani. Şöyle bir metod ürettim kendime: Eğer aklma "bunu mutlaka yazmalıyım" diyebildiğim bir konu gelirse ve fakat yazıyı tamamlayacak vaktim yoksa sadece başlığı oluşturup taslak olarak kaydediyorum ki sonradan görüp hatırlayabileyim. Evet, akıllı adamımdır vesselam... (ilk ben icad etmemişimdir bu yöntemi herhalde ama olsun)

Baktığım vakti epey bir konu biriktirmişim aslında; tek tek yazasım var hepsini zamanla. Ama şu dakika itibariyle yine kısıt altında hissetiğimden kısa bir konuyla geçiştirmek durumundayım, o yüzden de yeni bir "Top 5" listesi oluşturuyorum hemen. Tadımlık olsun...

En iyi 5 : Frank Sinatra şarkısı

20. Yüzyılın tartışmasız en çok dinlenen, sevilen, en ekol şarkıcılarından biridir Frank Sinatra, ya da gerçek adıyla Francis Albert Sinatra. Oyunculuk da yapmıştır hatta (gerçi o zamanlar komple artist olayı modaydı, herkes hem şarkıcı, hem aktör/aktris, hem de dansçıydı). Bir çoğumuzun "ben 50'lerde hadi bilemedin 60'larda yaşamalıymışım" demesinin sebeplerindendir Frankie. Elvis Presley gibi bir müzik fenomenine rakip olabilmiş -Kral her ne kadar bilfiil söylemese de rakip olarak görmüştür aslen Frankie'yi- yegane adamdır Sinatra. Eh, dile kolay 1200'den fazla şarkı seslendirmiş, 80 tane albüm yapmış veya albümü yapılmış; o kumsaldaki öpüşme sahnesiyle meşhur "From Here to Eternity (1953)" filmindeki rolüyle En İyi Yardımcı Oyuncu Oscar'ını kazanmış. Velhasıl önemi büyüktür, sevmeyeni azdır, şarkıları da pek kıyaktır... Buyrunuz:


1- My Way

Şimdi bu şarkıya dair ne yazsak boş... Dinlemek lazım defalarca. Evde, arabada, Mp3 Player'da, hepsinde ayrı tad bırakır. Her enstrümanı ayrı ayrı sindirinceye kadar dinlemek gerekir. Olay sadece Sinatra'nın sesinde ve o sanki bu şarkı için yaratılmış yorumunda değildir. Orkestrada ve müziğin derinliğindedir esas büyüsü My Way'in. Bir de anlamlıdır ki sözleri; her yola gelir. Yaşlanıyorum dersin, dinlersin; üniversiteden mezun olursun, dinlersin; sevgilinden ayrıldın, dinlersin; evlendin, gece otelin balkonuna çıkıp bir sigara yaktın eşin mışıl mışıl uyurken yatağında, yine dinlersin "vay be evlendik anasını satayım" diyerek. Dinlersin de en güzelini de Sinatra'dan dinlersin. Elvis de söylemiş ama işte Kral bile aynı tadı, kıvamı yakalayamamış. 


2- You Are The Sunshine of My Life

İkinci sırada kimine göre sürpriz sayılabilecek bir şarkı var. Ama çok güzel şarkı canım, hakediyor yani. Fena halde neşe veriyor insana, güzel şeyler düşündürüyor, hayal kurduruyor. Ben kendimi bildim bileli bir şarkının sözleri ikinci plandadır benim için; yani esas olan müziktir, sözler değil. Söz istesem şiir okurum, müzik dinlemem. Ayrıca eylemin adı zaten "müzik dinlemek", "Şarkı dinlemek" demiyoruz. Tamam, evet, sözler de iyi olmalı. Aptalca hazırlanmış, sırf kafiye olsun diye yazılmış, içi boş Türk fantezi-pop parçalarına her gün çeşitli yerlerde maruz kalabiliyoruz ve anında topukluyoruz o mekandan, biliyorum. Ama yine de söz, müzik kadar önemli değildi(r) benim için. Bu şarkının sözleri ise çok fena vurdu beni, itiraf ediyorum. Yahu bu kadar mı temiz, akıcı ve zorlamadan yazılır bir aşk şarkısının sözleri? Bu kadar mı iç baymadan, fenalık geçirtmeden, Eros'un oku misali zınk diye vurur bir şarkı insanı olmadık yerinden? Ve bu kadar mı basit olur, insanın aklına hemen oturuverir?  Adamlar yapmış 50 sene evvel valla helal olsun. Merak edenler için sözleri:

You are the sunshine of my life

That's why I'll always be around

You are the apple of my eye

Forever you'll stay (be) in my heart

 

I know that this is the beginning

Though I loved you for one million years

But if I thought our love was ending

I'd find myself drowning in my own tears

 

You are the sunshine of my life

That's why I'll always be around

You are the apple of my eye

Forever you'll stay (be) in my heart

 

You must have known that I was lonely

Because you came to my rescue

And though I know that this is heaven

How could so much love be inside of you

 

You are the sunshine of my life

That's why I'll always be around

You are the apple of my eye

Forever you'll stay (be) in my heart

 

('Cause you are)

You are the sunshine - of my life

(Of my life, of my life)

(Light my fire baby, light my fire,...)


3- New York, New York

Bir şehir ile alakalı bilinen herhalde en meşhur şarkı bu olsa gerek. Yine zorlamayan, anlamlı, şarkının genel anlam bütünlüğünü bozmayan sözler var. "These vagabond shoes are longing to stray right through the very heart of it, New York, New York" kısmı muhteşem değil de nedir mesela? Ya da şarkının son kısmındaki, ikinci "These little town blues" kısmı... Hani Frankie'nin uzun hava tadında söylediği? Tabi yine Frank Sinatra'nın cuk diye oturan yorumu ve tek kelimeyle muhteşem bir orkestra mevcut bu şarkıda da. Zaten tüm şarkılardaki ortak nokta sanırım bu orkestra kullanımı; tek bir fazla nota, tek bir gereksiz enstrüman çıkışı bulamazsınız bu parçalarda. Başka bir şekilde, başka birinden dinlediğinizde ise ister istemez kulağınız doldurur kendiliğinden o üflemelilerin ya da yaylıların eksikliğinden oluşan boşluğu.

O yüzden mümkünse düğünlerde, otellerde çıkan piyanistler, küçük çaplı gruplar seslendirmesinler bu şarkıları. Buradan hepinize sesleniyorum. Yahu adamlar uğraşmış yapmış, olabilecek en güzel haliyle kaydetmişler. Eğer aynısını çalabilecekseniz -ki bunun için yeterli sayıda üflemeli, yaylı ve bunları çalabilecek adama ihtiyacınız var- buyrun icra edin, Sinatra gibi söylemeseniz de olur, razıyım. Ama yok "bizde işte bir lead, bir ritm gitar, bir bas, bir de bateri var" diyorsanız, rica ediyorum uzak durun şu adamcağızın şarkılarından ya...


4- Fly Me to The Moon

"...in other words, I love you". Yani, diyor Sinatra, seni seviyorum. :) Bir çeşit sözlük niteliğindedir bu şarkı. İçerisinde "in other words, I love you" dışında geçen bütün sözler aslında "I love you" manasına gelmektedir. Dolayısıyla birisine onu sevdiğinizi söylemenin envai çeşit yolunu öğretir bu parça. Ancak öte yandan, bunu dile getirmenin en etkili yolunun da yine direkt olarak "seni seviyorum" demek olduğunu da belirtir. Orkestra, müzik, mutluluk, "ah bir aşık olsam da şu şarkıyı söylesem sevgilime" hissiyatı... Hepsi listemizin 4. sırasındaki bu Sinatra klasiğinde de mevcut.

5- Strangers in The Night / Love and Marriage

Açıkçası birbiriyle pek alakasız iki şarkı arasında kaldığımın farkındayım. Biri yine klasik, orta tempolu bir "ballad", en ihtişamlısından. Diğeri ise bambaşka bir parça, çok eğlenceli, hepimizin aklında bir şekilde -ama en çok da sanırım "Married with Children (Evli ve Çocuklu)" dizisiyle- yer etmiş "Love and Marriage". Şahsen buradaki hakkımı ikincisinden yana kullanmak istiyordum esasında ama "Strangers in the Night"a olan saygımdan, onu bu listenin dışında bırakmak istemedim. Şunu kabul etmek gerekir, gerek söz, gerekse müzik olarak bugüne kadar yapılmış en eğlenceli şarkılardan biridir "Love and Marriage". Sırf bu özelliğiyle bile bir Sinatra Top 5 listesinde yer almayı hak ediyor.  Yok öyle düşünmüyorsanız  o zaman "ask the local gentry and they will say it's elementary". :)


Dediğim gibi bunlar tamamen kişisel beğenilere göre seçilmiş şarkılardır. Mutlaka buraya girmesi gerektiğini düşündüğünüz başka şarkılar da olacaktır. Sinatra söylediyse zaten kötü olma şansı yoktur. Hepsini sevgiyle, saygıyla dinliyoruz efendim merak etmeyiniz...


İkinci Top 5 listemizi büyük usta Frank Sinatra'ya adadık. Sanırım bir dahaki de buradan hareketle Elvis Presley olacak. Fikirlerinizi bekliyorum...

Saygılar. 


13 Eylül 2009 Pazar

Derbi ve Mustafa Denizli

Olur da Beşiktaş taraftarı birisi bu yazıyı okursa, baştan söylemiş olayım, hiç kızmasın, darılmasın... Beşiktaş'ın başına ne geliyorsa, kendisi ediyor. Dün akşam Ali Sami Yen Stadı'nda oynanan karşılaşma bir derbiydi elbette. "Derbi" kelimesinin uluslararası boyutta muhteva ettiği anlama bakacak olursak bir derbiydi, çünkü aynı şehrin iki farklı takımı karşılaşıyordu. Bunun ötesinde "büyük bir maç" değildi. Futbol namına aman aman sahnelere rastlamadık. Heyecan da hissetmedim şahsen izlerken. Fakat bu karşılaşmayı baştan sona izleyerek hem Galatasaray hem de -ve özellikle- Beşiktaş hakkında bazı önemli olduğunu düşündüğüm saptamalar yapma şansım oldu.

Galatasaray

Bu saptamaların daha önemsiz kısmıyla, yani Galatasaray'la başlayalım. Neden daha önemsiz? Çünkü Galatasaray sezon başından beri bize neler yapabildiğinin örneklerini sergiliyor. Herkes -Rıdvan Dilmen dahil herkes- bu karşılaşmanın Galatasaray'ın ilk "ciddi sınavı" olacağını düşünüyordu. Aynı zamanda yine aynı herkes Galatasaray'ın aslında Beşiktaş'ı rahat geçeceğini de biliyordu içten içe. Beşiktaş taraftarları bile umutsuzdu -bazılarıyla birlikte izledik oradan biliyorum. Galatasaray bu beklentileri yersiz çıkarmadı, evet. Ancak birazdan Beşiktaş'la ilgili söyleyeceklerimin bunda büyük katkısı da oldu. Galatasaray, sezon başından beri alışık olduğumuz oyunu ortaya koyamadı. Bunda oyuncuların milli maçlardan dolayı yorgun oluşunun -Arda gibi- etkisi elbette büyüktür. Yine de insan Ali Sami Yen'de Beşiktaş karşısına çıkan bir Galatasaray'dan, özellikle de bu seneki gibi çarpıcı bir Galatasaray'dan, daha fazlasını bekliyor.

Keita: Kaytarmayan Yattara??

Bir parantez de Keita ya açalım. Dün akşamki karşılaşmada bir kez daha iyice anladık ki, Keita, Avrupa disiplinini daha iyi özümsemiş bir Yattara değil... Çok daha fazlası. Yattara'nın oyun içindeki tembellik özelliği olmasa bile, yani Yattara üşenmeyip top kendisinde değilken de koşan bir adam olsa bile, Keita'nın dün akşam takım savunmasına verdiği katkıyı kariyerinin hiçbir döneminde veremezdi. Demek istediğim, savunma yapmak sadece mentalite işi değil. Sadece koşmayla, omuz-omuza mücadelede ayakta kalmayla, atletik yapı ya da iyi top çalmaya yarayan uzun bacaklarla yapılacak iş değil savunma. Kafası da çalışmalı futbolcunun. Keita, top ayağındayken kafasının futbol çerçevesinde ne denli iyi çalıştığını zaten göstermişti. Dün sağdan yaptığı ortaların yanında bir de savunmada neler yapabileceğini farkettirdi. Dışarı alınmadan hemen önce, hani 4-3-3 ün sağ önünde oynayak Keita, kendi ceza sahası içerisinde sol bek mevkiinden top çalıp uzaklaştırıyordu; ve bu bir duran top sırasında değil oyunun içinde oluyordu. Demek ki adamını oraya kadar takip etmiş Keita. Kazım'ın yapmadığı, Yattara'nın yapmadığı işte budur. Oyundan alınırken bile yüzünde "hoca, daha oynardım ben ama?! Gol de atacaktım hem?" ifadesi vardı. Keita muhteşemdi. Bir de galiba Sabri, Keita'yı gördükçe gaza geliyor; orta sahadan alıp topu sıfıra inmeye çalışıyor falan. Bu tabi iyi mi kötü mü bilemiyorum. Yani biliyorum da, söylemek istemiyorum... :)

Beşiktaş...hayır, pardon.. Mustafa Denizli

Söylenecek çok şey var. O kadar ki, apayrı bir yazı yazmamız lazım, belki de yazı dizisi, Beşiktaş'la ilgili. İlk bakışta garip geliyor, futbol tarihinde sayısız emsali olmasına rağmen, daha 4 ay önce ligi şampiyon kapatan, üzerine kupayı da alan bir takımın böyle bir düşüş içerisine girmesi. Futbol işte, deyip geçebiliriz. Ama inanın bu sayısız emsalden her birinin mutlaka futbol çerçevesinde mantıklı bir açıklaması vardır. Bu düşüşü tetikleyen "o şey" -olay, kişi, kurum, vb- olmasa zaten normal şartlar altında o takımın birlikte oynama alışkanlığının da artmasıyla daha doğru işler yapması beklenir futbol sahasında. Örneklendirelim hemen:

Hatırlayın, 2001 senesinde Fenerbahçe Revivo'lu, Rapaic'li kadrosuyla şampiyon olmuştu. Muhteşem bir zaferdi Fenerbahçe için. Hem uzun süredir şampiyon olamıyorlardı, hem de Galatasaray'ın 2000 UEFA zaferi üzerine gelen bu şampiyonlukla Aziz Yıldırım döneminin ilk büyük sportif başarısı geliyordu. Bu gazla ve hızla, stadın da tamamlanma aşamasına gelmesiyle ve en önemlisi Galatasaray'da o dönem yaşanan bariz düşüşle, herkes Fenerbahçe'nin bu çıkışı sürdüreceğini düşünüyordu. Olmadı... Mustafa Denizli, ilk sezonunda şampiyon yaptığı takımı, ikinci sezon hem Avrupa'da hem de Türkiye'de beklenen başarıya ulaştıramadı ve lige verilen arada ayrıldı kulüpten.

Takımlar O G B M A Y P
Fenerbahçe 36 29 6 1 103 27 93
Beşiktaş 36 25 8 3 81 21 83
Galatasaray 36 20 9 7 76 31 69

Yukarıdaki tablo 1988-1989 sezonuna ait. Fenerbahçe o meşhur rekora, 103 gollü şampiyonluğuna ulaşıyor. Galatasaray ise Avrupa'da Yarı-Final oynamasına rağmen, ligde belki de tarihi boyunca hiç yemediği bir fark yiyor rakiplerinden. Düşünün, lig ikincisiyle arasındaki puan farkı 14. Liderle ise 24. Bu kadro Galatasaray'ı Avrupa'da "Galatasaray" yapan kadro. Önceki sezonun da 90 puanla lig şampiyonu ayrıca. Kimilerine göre düşüş değil tabi bu durum. Avrupa'da yarı-final büyük başarı elbette ama Türkiye gibi bir ligde iki sezon arasında 20 puanlık fark olmamalı; bu istikrarsızlıktır. Önceki sezon Galatasaray'ı şampiyon yapan Mustafa Denizli, sezon sonunda kulüpten ayrılıyor ve Almanya 2. Ligi'nden, Allemania Aachen'in başına geçiyor. Muhtemelen o yarı-final de olmasa, böyle bir puan cetveliyle sezon ortasında ayrılmış olurdu yine...

Bu örneklerde ortak nokta iki büyük kulübümüzün iki sene üst üste birbirinden çok farklı tablolar sergilemeleridir. İki örnekte de ilk senesinde lig şampiyonu olan, ikinci sezonunda ise bunun yanına dahi yaklaşamayan Mustafa Denizli takımları vardır. Mustafa Denizli, kariyerinde hiçbir takımı - Milli Takım hariç- 3 sezon üst üste çalıştırmamıştır. Milli Takım'ı çalıştırdığı 4 sene (1996-2000) de zaten sadece 2 uluslararası turnuva sezonuna tekabül etmektedir. (1998 Dünya Kupası'na gidemedik. 2000 Avrupa Şampiyonası'na gittik. Sonra Denizli yine bıraktı.)

Dolayısıyla yine bir Denizli takımının, ikinci senesinde düşüşe geçmesine şaşırmak bence saflık olur. Çok açık söylüyorum ben bu düşüşü geçen sene sonunda görmüştüm. Çevremdeki dostlarım hatırlayacaktır "Beşiktaş önümüzdeki sezon bir şey yapamaz", dediğimi. Bunu yanlış anlamayın, Doktor Gürcan Kubilay edasıyla "bak ben söylemiştim, çıktı" manasında söylemiyorum; sadece Mustafa Denizli'nin devam etmesi beraberinde otomatik olarak bu fikri yarattı bende; onu ifade etmek istedim.

Gelelim dün akşamki Galatasaray-Beşiktaş karşılaşmasındaki Beşiktaş'a:

1- Vaktinde bir FB-GS derbisinde tek maçlık Ali Güneş kumarı tutmuş olabilir. Bu kez Serdar Özkan kumarı tutmadı; her Papaz pilav yemiyor tabi... Holosko varken Serdar Özkan niye orda oynar?

2-İki sezondur sakatlıktır, yedekliktir doğru dürüst forma giymeyen İbrahim Kaş'ı "Galatasaray maçı bu, nasıl olsa motive olurlar kendilerini göstermek için normalin de üzerinde performans sergilerler" hurafesiyle sahaya sürmek belki bundan 20 sene önce tutabilecek bir kumardı... 2008 Haziran'ındaki Çek Cumhuriyeti'ni bitiren golünden sonra bir daha piyasaya çıkamayan, sakatlıktan dolayı neredeyse 1,5 senedir yatan, en sağlam halinde bile 4'lü defansın arasında tek forvet oynadığında hiç bir zaman verim alınamayan Nihat Kahveci'yi -üstelik de bu formsuz haliyle- Galatasaray'ın kucağına atmak da öyle... 21. Yüzyıl futbolunda Nihat'tan, 80'lerdeki Tanju olmasını bekleyemezsiniz...

3- Vaktinde bir takım oyuncular "motive" edilerek, doğru dürüst takımla idman yapmadan sahaya sürülmüş ve harikalar yaratmış olabilirler (20 sene evvel). Demek ki: Tabata öyle bir adam değilmiş...

4- Son olarak da Mustafa Denizli 20 sene evvel Neuchatel'i, Monaco'yu yenen "motivasyon ve gaz" üzerine kurulu bir Galatasaray yaratmış olabilir. Sonraları Avrupa Şampiyonası'na daha 2. katılışında Çeyrek Final gören, cesur-yürek bir milli takım da yönetmiş olabilir. Meşhur Fenerbahçe-Gaziantep karşılaşmasının devre arasında takımı motive edecek konuşmayı yapmış ve o maçta 3-0'dan gelip, 4-3 kazanan Fenerbahçe'yi şampiyonluğa ulaştırmış da olabilir...
Ama demek ki artık futbol öyle sadece isimle (Nihat Kahveci), gazla (Tabata), hırsla (Serdar Özkan), motivasyonla (İbrahim Kaş) kazanılacak bir oyun değilmiş... Güç (Nobre), sürat (Holosko), yetenek (Bobo), futbol bilgisi (Fink) olmadan istediğin kadar gaz ver, yine de maç kazanılamıyormuş demek ki....

Dün akşamki skor Serdar Özkan girdiği sayısız pozisyonu değerlendirebilse elbette farklı olacaktı (Semih Yuvakuran olsa "...ve biz şimdi başka türlü konuşacaktık" diye eklerdi, mesleğini inkar edercesine). Ama bu durum yukarıda belirttiğim gerçekleri değiştirmeyecekti. Beşiktaş geçen sezon kazanılan kupalarla oluşan mayhoşluk ve sarhoşluk içerisinde devam edecekti bu sezona. Şimdi ise en azından Salı gecesini beklemeden uyanma şansı oldu bu hayalden... Üzülerek söylüyorum, eğer hala uyanmadılarsa zaten Sir Alex, Salı gecesi gerekli şok tedavisini uygulayacaktır.

Son olarak yaklaşık 10 yıldır düşündüğüm ve bu son örneklerle beraber artık emin olduğum bir durumu paylaşmak istiyorum...Çünkü Mustafa Denizli kariyeri boyunca aslında aksi örnekleri sayısız defa önümüze sürmüş olmasına rağmen kimsenin şüphe etmediği, herkesin olabildiğince büyüttüğü "Türk Futbolu'nun En Büyük Teknik Adamlarından" sıfatına aykırı bir sezon daha geçiriyor. Bu ilk değil ama umarım son olur. Zira artık Mustafa Denizli'nin takım yöneterek Türk futboluna katkı sağlayabileceğine hiç inanmıyorum.

Saygılar.

11 Eylül 2009 Cuma

Top 5 ...

İçinde bulunduğunuz sayfadan ve önceki yazılarımdan da anlaşılacağı üzere Nick Hornby seven bir insanım. Nick Hornby, İngiliz edebiyatının son döneminde adından sıkça söz ettirmiş ve neredeyse tüm kitapları filme çevrilmiş bir yazar (Fever Pitch -iki kez-, About A Boy ve elbette Hi-Fidelity). Şimdilik o kadarını söyleyeyim, daha sonra Nick Hornby'i anlatırım detaylarıyla.

Nick Hornby okumamı takiben edindiğim -sanırım kötü- bir alışkanlık var. Her konuyu (ama HER konuyu...) Top 5 listesi haline dönüştürüyorum. Örneklendirelim hemen...

"Gelmiş geçmiş en iyi 5 pivot santrfor?"
ya da
"Gelmiş geçmiş en iyi 5 İngiliz müzik grubu?"
gibi...

Şimdi bunlar basit örnekler oldu. Absürd olanları da mevcuttur. "Türk kamu yöneticileri veya siyasetçilerin verdiği en talihsiz 5 demeç?" Gayet enteresan bir başlık oldu mesela bu. Muhtemelen, yellenmek suretiyle dünyanın dengesini bozup sele sebebiyet verdiği için vatandaşı suçlayan günümüz yöneticileri de bu listede yer bulurlardı kendilerine. Her neyse...

Bugün gayet beylik bir listeyle başlıyoruz. Konumuz şu:

"En iyi 5 - Bilim Kurgu Filmi"




1- Star Wars
2- Back to the Future




























3- Alien
4- Terminator
5- Dark City



Tabi böyle bir liste yaparken bir takım kurallara sadık kalmak gerekiyor. Örneğin bu başlık için Star Wars ya da Star Trek gibi devam filmi çekilmiş serileri tek bir bütün olarak görmek gerekir. Ama gördüğünüz gibi bu kurala rağmen böyle bir listede mutlaka bulunması gereken "Blade Runner" ya da "Close Encounters of the Third Kind" gibi filmleri dahil edemedik ilk 5'e. Elbette sizin listenizde belki bu filmler -ya da başkaları- benim seçtiklerimin yerine giriyordur ama eminim böylesine geniş bir başlıkta sadece 5 film belirlemek pek mümkün değil.

Peki bu sorunu nasıl çözüyoruz? Sub-genre (pronounced: sab janğğğ) oluşturarak. Başlığa, seçim kümemizi daraltacak spesifik birşeyler eklememiz gerekiyor. Şunun gibi mesela:

"En iyi 5 - Dünya dışı varlıklarla teması konu alan bilim-kurgu filmi"

1- Alien
2- Close Encounters of the Third Kind
3- E.T
4- Independece Day
5- Mars Attacks!



"En iyi 5 - Dünya dışı varlık içermeyen bilim-kurgu filmi"

1- Back to the Future
2- Blade Runner
3- Equilibrium
4- Minority Report
5- Matrix Trilogy (Hadi alalım bari, acıdım...)


Pek tabi daha bir çok alt kategori yaratılması ve listelendirilmesi mümkündür. Şimdilik bununla yetiniyorum. Zira canım fena halde Back to the Future çekti. Gidip izleyesim var acilen. İlerleyen günlerde devamı gelecektir. Hatta kategori önerilerinizi bekliyorum, evet.

Size de iyi seyirler...

10 Eylül 2009 Perşembe

The Blues Brothers Band

"These are the original, one and only, certified, no imitation, Blues Brothers."

Yer önemli değil. Chicago House of Blues (HoB) olur, Apollo olur, Parkorman, Harbiye Açık Hava ve hatta Ankara Hipodrom bile olabilir. Hepsinde bu şekilde takdim edilirler... Hepsinde ilk şarkıları "I can't turn you loose" olur ve elbette hemen ardından "Green Onions". Gelenek desek değil, daha çok bir çeşit ayin gibidir tüm bunlar. Nerede olduğunuz önemli değildir... Sahnede "The Blues Brothers" varsa, o gece yastığınıza başınızı koyduğunuzda arka planda hala "Sweet Home Chicago"nun o efsanevi soloları dönecektir... Bir de tabi "bir daha nerede izlerim acaba?" düşüncesi...


Kendi müzik zevkimi farketmeye başladığım günden beri dinlerim Blues Brothers'ı. Sürekli aynı şarkılar olsa bile sırf "belki Matt 'Guitar' Murphy farklı bir solo denemiştir" diyerek gördüğüm bütün konser kayıtlarını toplardım o zamanlar. Amerika'ya gitmedim hiç. Ama gidecek olsam New York değil, Chicago ile başlamak isterdim gezmeye. İlk gideceğim yer de şüphesiz House of Blues olurdu. Çok basit gözükebilir. Asıl işleri müzik olmayan iki palyaçonun şovu olarak gözükebilir kimisine. Benim için bu adamlar 1978'de bir araya gelip, dünya müzik tarihinin kalıcı parçası haline gelmiş birer efsanedir.



Öncelikle Blues Brothers konspetinden başlayalım. Çoğu insan Blues Brothers'ın bir film olarak başladığını ve çok tutunca grup halinde turneler düzenlediğini zanneder. Ancak işin aslı o değildir. 1978 senesinde Dan Aykroyd ve John Belushi, Paul Schafer (Blues Brothers 2000 filminde Queen Mousette'in yanındaki Marco rolünde) ile birlikte bir R&B grubu kurma kararı alıyorlar. Dan Aykroyd zaten bu müziğe aşık bir adam. John Belushi daha çok heavy metal dinliyor o dönemler. Fakat işte Blues bu... Belushi gibi Hollywood'un asi çocuğu olarak biliinen bir adamı bile etkiliyor ve 1976'da Saturday Night Live'da yayımlanan bir skeç, bir anda hayatlarının en büyük projesi haline geliyor.

Sonrası aslında ilk Blues Brothers filminden pek de farklı değil. Paul Schafer ve Dan Aykroyd'un çevresi, müzik bilgisiyle John Belushi'nin ismi ve karakterinden kaynaklanan ikna kabiliyeti ile kısa sürede muhteşem bir orkestra topluyorlar. Tıpkı filmde sağdan soldan eski grup üyelerini toplayan Jake & Elwood Blues gibi.

Grubun tartışmasız en önemli isimleri Matt "Guitar" Murphy, Steve "Colonel" Cropper ve (bence) Lou "Blue Lou" Marini. Matt Murphy vaktinde B.B King tarafından Blues gitaristleri arasında bir efsane olarak gösterilmiş; dolayısıyla da Eric Clapton gibi bir ustanın feyz aldığı isimlerden biri olmuş. Steve Cropper (ritm gitar) o meşhur Green Onions parçasının esas sahibi "Booker T. & MG's" grubunun üyelerinden. Daha sonraları Otis Redding ile çalmış. Adamın adına Fender gitar bile yapılmış (Steve Cropper Classic Fender Telecaster). Lou Marini ise 60'larda ve 70'lerde Blues ve Soul piyasasında çok önemli işler yapmış. Bence grup için önemli olmasının sebebi ise tamamen kişisel. Adam muazzam çalıyor yapacak bir şey yok...



Gerek müzisyenler, gerekse repertuardan dolayı bir Blues Brothers parçasının kaç kere dinlenirse dinlensin sıkıntı verme ihtimali olduğunu düşünmüyorum. Sweet Home Chicago'yu ele alalım. Her dinleyişimde şarkının farklı bir enstrümanı dikkatimi çekiyor (şu sıralar davula sardım mesela). Bu müzikal kaliteye bir de Jake ve Elwood ile başlayan eğlence geleneğini eklerseniz tadından yenmez oluyor. Evet adamlar fena halde milliyetçi; bilhassa Dan Aykroyd. Ama bunu karakterlerin içine öyle bir yedirmişler ki insana batmıyor. Örneğin "Green Onions" un orta yerinde Elwood şöyle bir konuşma yapar:

"All right people. The rest of the hard working all star Blues Brothers are gonna be out here in a minute, including my little brother Jake. But right now, I'd like to talk a little bit about this tune you're hearing. This is ofcourse the Green Onions tune. It was a very big hit in the early sixties in this country. And ofcourse it was composed and recorded in Memphis, Tennessee, right here in the United States Of America. You know, people, I believe that this tune can be acquinted with the great classical music around the world. Now you go to Germany, you've got your Bach, your Beethoven, your Brahms... Here in America you've got your Fred McDowell, your Irving Berlin, your Glenn Miller, and your Booker T & The MG's, people. Another example of the great contributions in music and culture that this country has made around the world. And as you look around the world today, you see this country spurned. You see backs turned on this country. Well people, I'm gonna tell you something, this continent, North America, is the stronghold! This is where we're gonna make our stand in this decade! Yeah, people, I've got something to say to the State Department. I say Take that archaic Monroe Doctrine, and that Marshall Plan that says we're supposed to police force the world, and throw 'em out! Let's stay home for the next ten years people! Right here in North America and enjoy the music and culture that is ours. Yeah, I got one more thing to say. I'm just talking about the music, people, and what it does to me. And that is, as you look around the world, you go to the Soviet Union or Great Britain or France, you name it, any country... Everybody is doing flips and twists just to get into a genuine pair of American blue jeans! And to hear this music and we got it all here in America, the land of the Chrysler 440 cubic inch engine!
"

Ya da filmdeki o meşhur "Everybody needs Somebody" girişi:

"We're so glad to see so many of you lovely people here tonight, and we would especially like to welcome all the representatives of Illinois' Law Enforcement Community who have chosen to join us here in the Palace Hotel Ballroom at this time. We do sincerely hope you'll all enjoy the show, and please remember people, that no matter who you are, and what you do to live, thrive and survive, there are still some things that make us all the same. You, me them, everybody, everybody. You know people when you do find that somebody, hold that woman, hold that man, love him, hold him, squeeze her, please her, hold her, squeeze and please that person, give 'em all your love, signify your feelings with every gentle caress. Because it's so important to have that special somebody to hold, kiss, miss, squeeze and please. "

Bunları ezberleyen insanlar biliyorum hayatta (Cenk büyük bir kısmını gayet Elwood Blues tadında ve hızında söyleyebiliyordu mesela). Evet, bildiğimiz "Cthulhu", heavy metal erbabı, bestekarı, metal kültürü denince aklıma ilk gelen insanlardan.... Hatta metalurji mezunu, o derece. Kendisi sıkı bir Blues Brothers dinleyicisidir. Sebebi basit ve John Belushi'den çok da farklı değil. Adamlar iyi müzik yapmış vaktinde... En basitinden, en Blues olmayan "Stand by Your Man" şarkısını bile bir İstanbul-Bodrum yolculuğu boyunca üst üste dinleyip sıkılmadığımız oluyor, sırf müziğin derinliğinden dolayı.



Film desek o apayrı bir hikaye zaten. 50 Metreden yere çakılan arabanın oyuncak olduğunu düşünürsünüz 1980 yapımı bir film için, çünkü bilgisayar efekti olamaz değil mi? Yok işte, adamlar bildiğin gerçek arabayı atmışlar 50 metreden ve öyle çekmişler filmi. Düşünün, sadece 1 kere çekilebilecek bir sahne bu. Ya da Chicago'nun orta yerinde en işlek yollarında 34 tane polis arabasını "Sweet Home Chicago" eşliğinde dans edercesine bir ahenkle birbirine sokmak... Yüzlerce asker, silah, onlarca askeri araç, tanklar, helikopterlerle dolu bir kapanış sahnesi... Sırf bu filmde içinde araba takip sahnesi geçecek diye, içi tamamen doldurulmuş, normalde bomboş olan bir alışveriş merkezi inşaatı ve onun otoparkını doldurabilecek sayıda sıfır kilometre araç. Haliyle hepsi sadece bir kere çekilebilecek sahneler için. Böyle bir yapım hikayesini gördükten sonra bugün kullanılan bilgisayar efektlerini düşünüyorum da... Film çekmiyorlar, bilgisayar oyunu yapıyorlar artık. Prodüksyon bir masa başı işi haline gelmiş zamanla.

Efendim velhasıl, Blues Brothers müzik olarak, konsept olarak, sahne performansı olarak son 30 yılda eğlence piyasasına girmiş en kaliteli yapımlardan biridir. Bir müzik grubunun ötesindedir The Blues Brothers Band. Bu onların hepsinin alanlarındaki en iyi müzisyenler arasında oldukları gerçeğini değiştirmez. O yüzden artık şöyle bir diyaloğa şahit olursanız yapmanız veya söylemeniz gerekeni biliyorsunuz diye umuyorum:

-Ne tür müzik dinlersin?
-Blues.
-Aaa? Ben de çok severim John Lee Hooker olsun, Stevie Ray Vaughan olsun. Sen kimleri seversin?
-Ben Blues Brothers dinlerim.
-Abi onlar cover yapıyor ama ya... Artist onlar olum, müziysen değil ki.


Evet, oldu bu ben gördüm...
Son olarak Blues Brothers'ın en efsanevi repliklerinden birine yer vermek istiyorum müsaadenizle.

Elwood: It's 106 miles to Chicago, we got a full tank of gas, half a pack of cigarettes, it's dark, and we're wearing sunglasses.
Jake: Hit it!


Saygılar.

Milli Takım: 2010 ve Sonrası

09.09.09 Bosna Hersek 1 - Türkiye 1

Açıkçası galibiyet bekliyordum gayet emin bir şekilde. Zor bir maç olabilir ama bir şekilde kazanırız, diyordum. Hatta "kaybederiz" düşüncesinde olanları da 2 gün yermiştim, evet. Ama işte hep söylenen klişe laflar vardır ya "futbol bu; top yuvarlaktır; günümüzde küçük takım büyük takım ayrımı kalmadı; vs". İşte öyle bir şey oldu o gün Bosna'da. Dolayısıyla bu beraberlik bizim büyük bir ulusal takıma sahip olduğumuz gerçeğini değiştirmez. 2010'da Afrika'da olmamamız da bu gerçeği değiştirmez. Nasıl ki İngiltere, Fransa gibi takımlar son 10 senedir bazı büyük turnuvalara katılamadılarsa, ya da katılıp da gol bile atamadan evlerine döndülerse 3 maç sonunda, biz de böyle inişler çıkışlar yaşayabiliriz.

Şimdi, öncelikle durumu bir inceleyelim. 2 maçımız var. Belçika devreden çıktı. İspanya garantiledi. Bosna Hersek ile 2.lik için çekişeceğiz. Daha doğrusu Bosna Hersek'in elindeki bu altın fırsatı değerlendiremeyip, önündeki her iki maçtan (Estonya deplasmanı ve İspanya) da puan kaybıyla ayrılmasını bekleyeceğiz. Bu arada bizim de gidip Belçika'yı deplasmanda ve Ermenistan'ı da evimizde yenmemiz gerekiyor. Ben bu noktada bir sıkıntı görmüyorum. En büyük tehdit teknir direktör değişikliğine gidecek Belçika'nın, bu olayın heyecanıyla yeni döneme iyi bir başlangıç yapmak için maça sanki Dünya Kupası finali gözüyle bakacak olması. Her ne olursa olsun Türkiye önündeki iki karşılaşmayı da kazanacaktır inancındayım. (Evet açtım yine şom ağzımı, hadi hayırlı olsun.)

Bosna Hersek Puan Kaybeder mi?

Bu noktada bizim kazanacağımız maçlardan çok Bosna'nın kaybedeceği puanlar önem taşıdığından rakibimizin rakiplerinin şansını şöyle bir incelemekte fayda var. Estonya ile başlayalım. Estonya'nın bir iddiası yok, evet. Fakat zaten hiçbir zaman olmadı ve uzunca bir süre de olacağa benzemiyor. Dolayısıyla da Estonya (ve benzeri takımlar) bu tip eleme maçlarının 3. ya da 4. fikstüründen sonra artık gruptan çıkma hedefinden uzaklaşıyorlar ve özellikle içeride oynadıkları karşılaşmaları kazanarak belli ölçüde bir alışkanlık yaratmaya gayret gösteriyorlar. O yüzden Estonya bu maça asılmaz dememiz doğru olmaz; bizi de hiç bir iddiaları olmamasına rağmen gayet zorladılar. Taktik olarak iyi kapanan, sert ve disiplinli oynayan bir takım. Bu özellikleri ile Bosna Hersek'e evlerinde zorluk çıkartacaklarından eminim. Bir başka deyişle Bosna Hersek, Estonya'da Ermenistan deplasmanında olduğu gibi yürüye yürüye kazanamayacaktır. Sonuç olarak, Estonya'nın bu karşılaşmadan 1 puan alabilme ihtimali küçümsenmemeli.

Gelelim İspanya'ya. İspanya günümüzde artık öyle bir takım haline geldi ki, galip gelir mi diye sorgulamaz olduk. Daha şimdiden fifa'nın resmi internet sitesinde İspanya'yı Güney Afrika'da şampiyon yaparcasına haberler yayımlanıyor. Kendileri de bunun farkında ve aslında başka bir şeyin peşinde koşar oldular. Haziran 2009'da Konfederasyon(lar?) Kupası'nda rekora ulaşamadan kaybettikleri galibiyet serisi... Kısacası İspanya'nın Bosna'ya "yatması" gibi bir durumun söz konusu olacağını düşünmüyorum. Evet, belki as oyuncularıyla gitmeyebilirler Bosna'ya -ki Del Bosque'nin Türkiye ile yakın geçmişte yaşanan husumeti düşünüldüğünde bunu bile yapacağını sanmıyorum. Ama yedek oyuncuları veya İspanya'nın 2. Takımı bile Bosna'da kendilerini göstermek ve Güney Afrika'ya gidecek kadronun içerisinde yer edinmek için galibiyete oynayacaklar, bundan eminim. Bu maçta da Bosna Hersek'in puan kaybedeceğine inanıyorum.

Fatih Terim kalmalı mı gitmeli mi?

Herşey böyle gelişirse -ki Fatih Terim'in kariyeri göz önünde bulundurulduğunda bu tip şanslı zincirlere rastlamak mümkün- 2010 için halen bir şansımız olduğu gözüküyor. Problem şu ki artık ipler bizim elimizde değil. Bu da hep bahsettiğimiz "büyük takım" Türkiye'ye yakışan bir durum değil.

İş iyice tehlikeye girince Fatih Terim'in durumu daha bir yüksek sesle konuşulmaya başlandı. Daha 4 yıllık kontratının başında sayılabilecek bir dönemde Terim. Bu açıdan bakıldığında bu takımı 2012 Avrupa Şampiyonası'na da hazırlaması beklenir. Ancak tabi burası Türkiye ve Terim'in de yeniden bir kulüp takımının başına geçme yönündeki şiddetli arzusu alenen konuşulmakta (kendisi tarafından bile).

Buna mantıklı bir çerçeveden bakacak olursak uzun bir süredir sadece teknik direktör olarak kulübede değil, bir çok farklı birimden oluşan bir büyük organizasyonun başında bulunan Terim'in, başlattığı projeleri tamamlamasını beklemek en doğrusu olacaktır. Bu turnuvaya gidememiş olmamız Terim'in apar topar görevden alınmasıyla sonuçlanacak bir süreci başlatmamalıdır ki zaten Mahmut Özgener ve ekibinin de bu mentalitede çalışan yöneticiler olmadığını gözlemleyecek bir çok fırsatımız oldu. Dolayısıyla düğümün nasıl çözüleceği Terim'in egosuna ve bu takımın başında kalıp kalmamakla ilgili alacağa kararlara bakıyor. İşte bunu ben de bilemiyorum; Terim'in kendisi ve ailesinden başka da bilen olduğunu sanmıyorum. Varsa çıkıp anlatsın lütfen, merak ediyoruz...



"Terim'in görevi bırakması durumunda ne yaparız" sorusunu bence federasyon yetkililerinin artık yavaş yavaş düşünmesi gerekiyor. Hemen klişeleşmiş sorularla başlayabilirler mesela...

"Yerli hoca mı, yabancı hoca mı?"
"Yaşlı ama tecrübeli mi olsun, genç, hırslı ve hevesli mi?"
"Terim'in yardımcılarından faydalansak nasıl olur, Oğuz Çetin, Metin Tekin mesela?"
"Daha önce mili takım çalıştırmış ve başarılı olmuş bir isim şart mı, yoksa kulüp takımlarında başarılı bir hocayı da getirebilir miyiz acaba hmm?"

Başka bir deyişle, İngiltere'nin Capello modeli mi (Yabancı, tecrübeli, kulüp takımı kökenli), yoksa Almanya'nın Löw modeli mi (önceki Teknik Direktör Klinsmann'ın yardımcısı, genç denebilecek ve henüz ismini ilah yapacak derecede bir başarı elde etmediğinden hırslı) uygulanmalıdır?

Bu elbette her zaman düşünülmesi ve değerlendirilmesi gereken bir konu. Şu an bir teknik direktörümüz var ve bu şekilde devam etmek bence en doğrusu. Ama "ne olur, ne olmaz" diyerek Terim'in olmadığı bir senaryoda Türk Milli Takımı için en uygun Teknik Direktör modelini de ilerleyen günlerde incelemekte fayda görüyorum. O zamana kadar biraz düşünelim hep birlikte...

Saygılar, Sevgiler...

9 Eylül 2009 Çarşamba

Burası Istanbul, Londra Degil (!)




İstanbul... Sel... Çamurlu, bulanık, otoban üstünde nehir görünümü almış sularda hayatını kaybedenler, otobüslerin üstüne çıkıp yardım bekleyenler, ülkenin en büyük ve en işlek havaalanı bağlantı yolunun televizyon kameraları tarafından görülemeyecek kadar suların altına gömülmesi... Nerede yaşadığını hatırlatıyor insana, değil mi?


Bu şehir, hatta bu ülke, ne kadar gelişirse gelişsin, teknolojinin sunduğu imkanlar hayatımıza ne denli etki ederse etsin burası hala Türkiye ve biz günün birinde içindeki tüm meteorolojik olayların elle kontrol edildiği bir cam fanusun altında bile yaşayacak olsak, yine de bir şekilde sele kurban gitmeyi beceririz. Sonra da televizyonda birisinin "bu durum büyük bir ihmalin sonucunda oluşmuştur" gibi cümleler sarfedişine şahit oluruz. Ama işte o birisi Büyükşehir Belediye Başkanı olunca biraz garip bir durum oluşuyor tabi. İyi güzel evet ihmal var da, kimin ihmali o? Ben mi gidip gerekli hazırlıkları yapacaktım 10 gündür "çok fena yağış geliyor" diye yayılan istihbaratları duyup? Ben mi "aman kardeşim şu iki gün oturun evinizde" diyecektim? Hadi dedim... Beni mi dinleyecekti millet? Evet, ihmal var ve bu ihmalin sorumlusu olanlar çıkıp televizyona pişkin pişkin konuşuyorlar. Bir daha olsun, bir daha çıkıp konuşurlar aynı sıfatla. Çünkü geçmişte de oldu ve hala aynı yerde, aynı pişkinlikteler. Biraz onuru, gururu olsa zaten hepsi istifa eder. Avrupa'da olsa medya baskısından, Amerika'da olsa yine toplum baskısıyla ama şovenist esintilerle birlikte (ileride filme konu olabilsin diye), Rusya'da olsa derin devlet ayarından istifa eder bu işin sorumluları. Bizde televizyona çıkıp "ihmal var, ihmal" diye ötebiliyorlar. Japon olsa Harakiri yapar be, yuh!



Şimdi aklıma geldi. Dün akşam işten dönerken Cenk ve Tubik'i aradım, baktım Kanyon'dalar, yolumun üstü, gittim yanlarına. Muhabbet ettik, yemek yedik derken, kalkıp Ümraniye Lounge yoluna düşelim dedik. O sırada Cenk şöyle bir saptamada bulundu ki kesinlikle katılıyorum. Hep hissedip, düşünüp, kelimeye nasıl dökeceğimi bilemediğim bir saptama; Cenk döküverdi işte.

"Çok enteresan, burada insanlar sanki Türkiye'de, İstanbul'da değillermiş gibi davranıyorlar. Sanki burası Londra, Paris falan..."

Doğru valla. Yeri geldiğinde ben de aynı hissiyata kapılıyorumdur eminim; Kanyon'da değil de Londra'da Covent Garden'da oturuyormuşcasına bir halet-i ruhiye içerisine girdiğim oluyordur herhalde. Muhtemelen o an oralarda olmak istememizden kaynaklanıyor bu durum. Ama işte kısa sürüyor bu düş. Her neresiyse o mekandan çıktığın ya da herhangi bir televizyon kanalını açtığın anda bitiyor; İstanbul insanı bir anda uyandırıveriyor. Üstüne sifonu çekmek kalıyor bize. Al işte; dün akşam Londra'daymışcasına yemek yiyen muhabbet eden insanlar, bugün kimbilir ne alemdeler... Seliyle, yağmuruyla, çamuruyla, trafiğiyle çığrından çıkmış bir şehrin tırlatmak üzere olan insanları rolüne geri döndüler (Default karakter bu zaten genel olarak İstanbul'da). Belki de İkitelli'de ya da o civarlarda yaşayanlar vardı aralarında. Göğüslerine kadar yükselen suda havaalanı yolunda mahsur kaldılar. E-5'ten gelen zodyakların içindeki itfaiyecilerce kurtarıldılar belki de... Duyan da gölden bahsediyoruz sanacak ama yok işte bildiğin Basın Ekspres yolu. Hürriyet gazetesinin önü.


"Eddie'ciğim madem sevmiyorsun İstanbul'u git başka bir yerde yaşa di mi ama?"

Olur.. Mesela San Francisco'da yaşamak istemişimdir hep. Evet deprem bölgesi biliyorum. Ama istiyorum...

"Ya sana şöyle güzel bir Avrupa kıyı kasabası versek orda yaşasan sessiz sakin?"

Yok ya ben yapamam öyle. Trafik şart mesela. Her dakikayı hatta saniyeyi saymak araçta geçen, yetişebilecek miyim acaba heyecanıyla bünyeyi saran adrenalin... Ya da sabahın 3'ünde eve dönerken bir şekilde oluşmuş bulunan köprü trafiğine takılıp, camı açmak, sigara içmek boğazın üzerinde... Bunlar olmadan nasıl yaşarım? Ayrıca tatil kavramını silmiş oluruz öyle bir yerde yaşarsak. Hem tüm sene aynı yerde yaşa, hem de evinin önünden denize gir, üstelik de mutasyona uğrama korkusu olmadan. E tatil diye bir şeye ihtiyaç kalmıyor, sonra Bodrum'a gittiğimde sıkılırım mazallah, olmaz. Üstelik bir de sessiz sakin olacak ha? Yok yok, almayayım.

"E nasıl olacak orada olmaz, burada olmaz!!?"

Valla işte burada olduğu kadar olacak artık, yapacak bir şey yok. Zehirlenmişiz bir kere, kanımızda İstanbul dolaşıyor. Evet güzel şehir, turistler bile gelip iki gün görüp aşık oluyorlar. Ama işte beni zehirleyen tarafı sadece boğazı, Çamlıca'sı, İstiklal'i değil... Çilesine de vurulmuşuz. Temiz havada zehirlenir, boş otobanda salaklaşır olmuşuz. Kapkaçsız pazara pazar demez, kavga çıkmayan bara bar demez olmuşuz. Kaosla besleniyor bünyem artık; e bilmiyorum New York'u görmedim mesela ama benim için Dünya'da İstanbul'dan daha kaotik bir yer yok. Mahkumum buraya anlayacağın.


Neyse işte. Ben de bugün bu sel muhabbetinden işe gidemedim. Ümraniye nereeee, Beylikdüzü neree... Zaten İstanbul'un en normal halinde 1 küsür saat sürüyor gitmek... Hmm... Yok, yanlış bir cümle oldu bu. İstanbul'un normal hali zaten bu işte; selli, depremli, her daim trafikli. İstanbul'un anormal halinde 1 saatte gidiyormuşum ben işe; sessiz, sakin, olaysız halinde. Normal halinde evden bile çıkmamakta fayda var zaten, bugün görüldüğü üzere.

Sevgiler efendim...

8 Eylül 2009 Salı

Unutulmaz Takım

Türk Milli Futbol Takımı, 1996 senesinden beri dünya futbolunun zirvesi kabul edilebilecek turnuvalarda küçümsenemeyecek başarılar elde ediyor. 1998, 2004 ve 2006 turnuvaları haricinde bu takımın katılıp da başarısız olduğu bir büyük organizasyon yok. Hani dillere pelesenk bir deyim var ya Galatasaray'ın 2000 UEFA zaferinden bu yana: "Önemli olan Avrupa Şampiyonu olmak değil, her sezon en azından oralara yakın bir yerlerde, çeyrek finallerde, yarı finallerde bulunmaktır", ya da benzeri... İşte Milli Takım bunu aslında başarmış durumdadır. Bu yüzdendir ki son Avrupa Şampiyonu ve neredeyse kusursuz bir futbolu rakibi umursamadan oynayan İspanya bile karşımıza geçtiği zaman kendi ezberinin dışına çıkıp bize karşı önlem almak zorunda kaldı.

"Ekolümüz yok" diyoruz yıllardır. O "ekol" sanki oluşmuş da biz farkında değiliz gibi geliyor bana. Şöyle bir düşünün; bu takımın başarıya koştuğu, kendisinden beklenen dereceleri aştığı her turnuvada ne kadar mücadele ettiğini, ısırdığını, pres yapıp savaştığını hatırlayın. Maçın ilk dakikasından (Hakan Şükür 2002 Dünya Kupası 3.lük maçı, 11. saniye golü) son dakikasına kadar (2008 Avrupa Şampiyonası'nda İsviçre, Çek Cumhuriyet, Hırvatistan ve herşeye rağmen Almanya karşılaşmaları) mücadele eden, maça asılan, kaybetmeye tahammül etmeyen bir Milli Takım görüyoruz yıllardır. Bu takımın "takım kalitesinde" ya da oyuncularının bireysel yeteneklerinde ve kazanma arzularında çok büyük değerler yatıyor. Ben bugüne dek böyle mücadele edip, maçın her anında skoru istediği yöne çevirebilen başka bir ulusal takım hatırlamıyorum açıkçası. Dolayısıyla kendiliğinden oluşmuş, milli karakterimizle çok da benzer özellikler taşıyan ve tam da bize uygun bir ekolümüz var aslında.

Uluslararası turnuvalarda futbol tarihi boyunca fark yaratmış ve akıllarda kalmış her takımın ortak bir özelliği olduğunu düşünüyorum. Bunu sanırım en iyi 80'lerin ve 90'ların meşhur klişe tabiri "kolej takımı havası" ifade edecektir. Bu özelliğe sahip ulusal takımlar, oyuncuları birlikte çok az antreman yapmış olsa da, teknik direktör oyuncularına maç taktiğini bir kulüp takımına kıyasla çok daha kısa sürede açıklamak durumunda olsa da sahaya çıktıklarında kendi ülkelerinin en başarılı kulüp takımından daha üstün bir performans ortaya koyabiliyorlar. O yüzden unutulmaz takımlar halini alıyorlar. Örneğin İspanya... Liginde Barcelona adında futbola benzeyen ama daha çok bugüne dek görülmemiş güzellikte bir çeşit dans sergileyen bir takım var. Sizce İspanyol Milli Takımı'nın Barcelona'dan aşağı kalır tarafı var mıydı son şampiyonada? Aynı şeyi neden günümüzün İngiltere'si, İtalya'sı, Fransa'sı yapamıyor peki? Onların oyuncuları daha mı kalitesiz? Hani Chelsea'yi, Manchester United'ı oluşturan oyunculardan bahsediyorum...

Denebilir ki "neticede o ülkenin en iyi oyuncularının oluşturduğu bir kadro, elbette kulüp takımından iyi oynayacak". Ancak iş sadece oyuncu kalitesiyle alakalı değil, bunun örneklerini bizzat biz ülke olarak çok defalar yaşadık (bkz. Türkiye-Letonya 2004 playo-off eşleşmesi). Bizim Milli Takım'ımız da kendi liginin ve kendi ligindeki tüm takımların üzerinde bir futbol kalitesi sergiliyor. İlk haftaları itibariyle bu sezon ligin açık ara en iyi futbolunu oynayan Galatasaray'dan bile daha çarpıcı... Üstelik Fenerbahçe gibi maç da seçmiyor. Estonya'ya da İspanya'ya da aynı futbolu oynamaya çalışıyor. Bünyelerindeki muhteşem futbol potansiyelinin her damlasını izleyenlere ve rakiplerine hissettiriyor bu takımın oyuncuları.

Neden oturup tüm bu yakın futbol tarihimizle ilgili aslında bildiğimiz fakat çoğu zaman gözardı ettiğimiz gerçekleri yazma gereği hissettim? Çünkü yarın Bosna ile önemli bir karşılaşmaya çıkıyor Milli Takım. Haliyle ülke gündemi de bu olayın çevresinde dönüyor bir süredir ve maalesef ben bu karşılaşmayla ilgili dinlediğim bazı yorumlara anlam veremiyorum. Yanlış anlaşılmasın rakibi küçümsemekten bahsetmiyorum ama Bosna karşısında kazanma şansımızın daha az olduğunu düşünen ve bunu fütursuzca ifade eden bir futbol yorumcusunun editörü olsam "emin misin? Bak bir daha düşün istersen" diye uyarırdım yazısını yayımlatmadan önce. Yok, tamam itiraf ediyorum; muhtemelen kovardım. Bosna'ya "iyi takım, dikkatli olmalıyız" gözüyle bakmamızın sebebi şu anda grupta bir şekilde üzerimizde bulunmalarından kaynaklanıyor aslında. Biz artık dünya futbolunun önde gelen ulusal takımlarından birine sahibiz. Türkiye'ye karşı Dünya'nın neresinde olursa olsun oynamaktan çekinmeyecek bir takım olduğunu düşünmüyorum. O yüzden biz de Bosna gibi geçici veya düzensiz çıkışlar yaşayan ekiplerden çekinmeden, büyüklüğümüzü bilerek çıkmalıyız o sahaya. Kim olduğumuzu bilerek ve kendimize güvenerek oynamalıyız. Brezilya'ya karşı takımı öne geçiren golü atıp zerre kadar sevinme ihtiyacı duymayan 2002 model Hasan Şaş karizmasında olmalıyız her daim. Çünkü biz artık büyük, unutulmaz bir takımız.





"...there is a word for defeat in turkish — yenilgi — although it is fair to presume that these players do not know the meaning of it".

"...no team, surely, could come back from that. and no team would; except that turkey are not a team in this tournament, they are a phenomenon, a force of nature. this is a campaign of almost mythical purpose".


-Times



(Cenk'in 21 Haziran 2008 tarihli yazısında rastlamıştım buna. 2008 Avrupa Şampiyonası'nda Hırvatistan karşılaşmasından sonra Times'da yer alan yorumlar... Kendimize kendi gözümüzle değil biraz da başkalarının duyduğu saygı çerçevesinde bakarsak daha iyi anlayabiliriz durumu.)


Kısacası tamamen futbol yeteneklerinden ve takım ruhundan dolayı rakipleri için bu kadar can sıkıcı, asap bozucu olabilen, sürekli didikleyen, deneyen bir takıma biz de biraz güvenirsek ve gereksiz yere çevremize korku, endişe hormonları salgılatmaszsak bu takım yüzünden 2010 Güney Afrika Dünya Kupası'nda tam 7 maç boyunca vuvuzela ve Ömer Üründül çilesi çekeriz. Bilmem anlatabiliyor muyum :)


"We can't fail. We're on a mission from God."
- Elwood Blues, The Blues Brothers; 1980

7 Eylül 2009 Pazartesi

Yeni Bir Sayfa

Bir süre önce işimden ayrıldım. Geçtiğimiz hafta yeni işime başlayana kadar da boş boş gezip aylaklık yaptım (Çok kıymetli bir zaman aslında; değerini bilin bir gün olur da elinize fırsat geçerse). Uzun süredir uzak kaldığım internet ortamlarına, facebook'a, dansa, müziğe ve hatta 1 senedir ilk defa nemalandığım Ümraniye Lounge havuzuna vakit ayırabilmek güzeldi.

Eh, haliyle her aylaklık döneminin bir de sonu olması kaçınılmaz; bizimki de geçtiğimiz hafta itibariyle son buldu. Yeni bir iş, neredeyse tüm düzenin ve hayatın yeniden programlanması demek aslında. Yatma-kalkma saatleri, haftasonu programları, hafta içi mesai sonrası programları, eve dönüldüğünde hissedilen yorgunluk katsayısı gibi sayısız faktör var işle birlikte değişime uğrayan.

Bunlara alışmak ve gerekirse ayarını yapmak da zaman alan bir süreç. Benim için bu süreç biraz daha avantajlı işlemekte şu sıralar; zira eskiden 07:30 olan mesai başlangıç saatim, artık 10:00. Benim gibi gece yaşamayı seven biri için sabah kalkmalarının nispeten daha az problem yaratacak olması güzel bir gelişme.

Bu son 2 ay içerisinde sevgili arkadaşlarım Cenk and the Tubik ile sıkça görüşme fırsatı buldum (ki aylaklığınızı birlikte geçirebileceğiniz en muhteşem insanlardır kendileri kanımca). Beni bu blog yaratma fikrine iten de onlar olmuştur zaten. Şunu da itiraf etmeliyim ki, arada sırada Cenk ve Tubik'in bloglarını okuyup, serzenişlerini, şikayetlerini, fikirlerini dile getirişlerine şahit olup akabinde yüzlerindeki "oh be rahatladım" ifadesini yakalamam ve buna içten içte imrenmem de şu an bu satırları dolduruyor olmamın bir diğer başlıca sebebidir. Ben de hayattaki muhteşemlikleri paylaşıp mutlu olmak ve yeri geldiğinde sinir olduğum olaylara, durumlara giydirip rahatlamak istiyorum sanırım artık.

"You're making something. You - the critic, the professional appreciator - put something new into the world. And the second one of those things gets sold, you're officially a part of it." (Hi-Fidelity filminden/kitabından; yani Nick Hornby'den)

Bu yukarıdaki "professional appreciator" ibaresiyle kendimi en özdeşleştirdiğim konular spor, müzik, sinema ve elbette dans olduğundan, sanırım ağırlıklı olarak bu konularda yazıp bir nevi tatmin olmaya çalışacağım. Yalan mı? İnsanın yazı yoluyla kendini tatmin etmesine sebebiyet veren bir araç değil mi bu bloglar? Tamam, doğru kullanıldığında eşsiz birer kaynak da olabilir ama hiçbir faydası olmasa bile en azından yazarı için iyi bir ego tatmini sağladığı da bir gerçek.

Neyse. Şu an için yeterince tatmin oldum sanırım. Hayatımdaki bu "Yeni Sayfa"yı ilk kez düzenli bir şekilde, karalamadan doldurmak istiyorum, amacım budur diyerek saygılar sunuyorum efendim.